23 Ekim 2011 Pazar

ECE TEMELKURAN: YAZILARIMI OKUYANLAR MAKİNELİ TÜFEK TAŞIDIĞIMI ZANNEDİYORLAR


Habertürk yazarı ve romancı Ece Temelkuran, geçen hafta köşesinde tarihçi profesör Theodore Zeldin ile bir araya geldiklerinde konuştuklarından bahsetti. Temelkuran, Zeldin’e tam da “Şükretmeyi öğrendim” diyordu ki profesör “Sizin kuşağınız üzerinde büyük bir oyun oynandı. Siz aldatılmış bir kuşaksınız” dedi. Sonra da mutluluğa karşı olduğunu… İşte Ece Temelkuran, “Ben de mutluluğa karşıyım” diye katıldı profesöre. Yazarla kişisel gelişim kitapları ve Uzakdoğu felsefeleriyle mutluluğun peşinden koşmayı konuştuk.

Kendinize şükretmeyi nasıl öğrendiniz?
Beyrut’tan döndükten sonra kitabın fırtınası 5-6 ay sürdü. Ben arada zamanı sıfırlar ve yeniden başlarım. Bu sefer hiç öyle bir zaman aralığı bırakmadan devam ettik. Sonra Cunda’da en sevdiğim arkadaşlarımla birlikte çok küçük bir teknede emekli bankacı İrfan Kaptan’ın ‘zeytinyağında çupra yapılabilir’ üstüne tezler geliştirdiği ve benim de denizkestanesi yaptığım bir sırada dedim ki; “ne kadar çok ‘of’ dedim, şu anda bir ‘oh’ anı”. Ve bu ‘oh anlarını’ kendime bundan sonra sık sık hatırlatacağım.

Hem yerinizde duramıyorsunuz, hem de ‘of’ diyorsunuz, öyle mi?
Epey bir zamandır kitaplar yüzünden dolaşıp duruyorum. Bir tür evsiz haline gelmiştim. Paris, Oxford, Beyrut… Bu yıl belki de ihtiyarlıyorumdur kim bilir, yerleşesim geldi. Ve bir bahçeye attım kendimi, o bahçeye de teslim oldum. Orası bana çok şükrettiriyor. Ben toprağa suyla umudumu gönderdim, o da bana karıncalarla sabrı… Bunu geçen gün yazdım, bahçe bana yazdırıyor.

Çok ‘of’ der miydiniz?
Son iki yıldır ‘of’ dedirtecek çok şey oldu.

Mesela?
Beyrut hiç kolay değildi. Bir kadın olarak yalnız başına olmak zordu. Cüzdanın çalınsa nereye gideceğin belli değil. Herkesin bir şeylerden kaçıp geldiği ve kimsenin gerçek hikayesini anlatmadığı bir yerde sorular sordum. Pek tekin bir iş değil.

BURADA HİÇ KİMSE OLAMIYORUM
“Herkesin bir şeylerden kaçtığı” dediniz, sizi de bir şeyler mi kaçırdı Beyrut’a?
Başlangıçta gazetecilik meselesiydi. Kitap yazmaya gitmiştim. Böyle bir kaçış gerektiriyor yazı yazmak. Burada nereden baksan soyadımla bilinen biriyim ve ‘hiç kimse’ olamıyorum. Ama yazmak için bir tür ‘hiç kimse’lik gerekiyor. Sana kim olduğunu söyleyen birtakım insanlar var etrafında. Dolayısıyla başka hayatlarla temas etmek çok güç.

Gelelim asıl konuya. Oxford’daki akıl hocanız Thedore Zeldin, “Siz aldatılmış bir kuşaksınız” dedi. Nedir bu aldatılmış kuşak meselesi?
Thedore Zeldin ile her yıl bulutların üzerine çıkıp son derece snop bir şekilde insanlığın geri kalanına bakıyoruz. (Gülüyor) Kendimize de bakıyoruz tabii. Kuşakların üzerinden benim kuşağıma bakıp söylediği bir tespitti bu. Mutluluk kavramına bakıp, bir aldatmaca olduğu üzerine konuştu. Bence de çok haklı. Bize şunu demiyorlar açıkça: “Daha çok sahip ol. Yanındakinden daha fazla sahip ol. Onun elindekini de al. Bunun hırsına düş, sana iyi gelecek!” Direkt bunu demiyorlar, mutluluk diye bir şeyden bahsediyorlar bunun yerine. Ve böyle bir endüstri kurulmuş durumda. O bakımdan aldatılmış olduğumuzu söylüyor. Eskiden mutluluk ve aşk bugünkü gibi şişirilmiş bir şey değildi.

Ne değişti peki?
Üretim ilişkileri değiştiriyor herhalde. Ondan yeni bir ahlak doğuyor. O ahlakın da insanları sürüklediği bir yer var, orası da burası. Ne olduğunu bilmeden böyle bir şeyin arkasından gidiyoruz ve öyle bir şey olmadığı için de sürekli mutsuz oluyoruz. Mutsuz olmak bizim hatamızmış gibi bir suçluluk ve beceriksizlik hissi duymamızı sağlıyorlar.

Siz hiç kişisel gelişim kitabı okudunuz mu örneğin?
Geçen gün şöyle bir şey oldu, asistanım Melisa bir kitap çevirdi. Ben kişisel gelişim kitaplarını Allah ne verdiyse aşağılarım. Hiç gözünün yaşına bakmam. Açıkçası okuyanları da ciddiye almam. Melisa çevirdiği kitabı bana verdi. Rastgele bir sayfa açtım. Şöyle yazıyordu. “Kimse size kim olduğunuzu söylemeseydi, kim olurdunuz?” Güzel bir beyin jimnastiği. Kişisel gelişim kitaplarıyla o kadar dalga geçmemem gerektiğini anladım. Beni bile içine alan bir şey varsa, ben de süper gelişmişim gibi davranmayayım artık.

O soruya cevap bulabildiniz mi?
Aslında ne çok şeyi yapamadığımı düşündüm. Senin benimle konuşmak istediğin diğer konu, yani dansözle dans ettiğim program da öyle çıktı zaten.

Karşı olduğunuz bir tür kitap size yayında dans ettirdi öyle mi?
Gazeteci olduğun zaman, 19 yaşında başlıyorsun erkeklerin gözünün yaşına bakmadan domine ettiği yerde durmaya. Sonra adama 37 yaşında soruyorlar “Sen niye bu kadar sertsin” diye “Herhalde ben kendi kendime olmadım” diye cevap veriyorsun. Dışarıdan sert görünüyorum. Yazılarımı okuyanlar beni makineli tüfek taşıyan bir kadın zannedebilirler.
KADINLIĞINI GİZLEMEK ZORUNDA HİSSEDİYORSUN
Yumuşak olmaktan korkma durumu mu?
Naif olmaktan korkma, kadınlığını öne çıkarmama. Çıkarırsam şöyle derler, böyle derler endişesi, biraz elin yüzün düzgünse onu biraz daha fazla saklayayım gibi vaziyetler vardı. Şimdi onlarla da barıştım. Geçen gün Ahmet Mümtaz Taylan ile karşılaştım. “Sen 19 yaşında ne kadar serttin” dedi. Düşünsenize aslında benim en kırılgan olduğum zaman. Aslında sertlik değil korku…

Peki, duvar örmek dayatılan bir şey mi, yoksa “Böyle olmalıyım” diye kendimiz mi uyduruyoruz?
İnsanın annesinde olacak bu haller. (Gülüyor) Benim annem eski bir Maocu olduğu için sakız çiğnemek, terlik giymek, saçını kabartmak, ruj sürmek gibi şeyler hafiflikti, gayri ciddiydi. Babam da öyleydi. Onu tedavi etmek zaman alıyor. Bana hiç küçükken aman da ne güzel kız, bir oyna bakalım diyen olmadı ki. “Hangi kitabı okudun?” en çok duyduğum soruydu.
n Yoksa siz de 12 yaşında eline Cumhuriyet Gazetesi verilen çocuklardan mıydınız?
Ben yazı yazmayı bilmezken mektup yazıyordum. Okumayı Cum-hu-ri-yet diye öğrenen çocuklardanım. Cumhuriyetin kurulumunda kadınlara biçilen böyle bir rol var. Tayyörünü giy, kadın olduğunu unut ve çalışmaya devam et!

Birden kadın olduğunuzu nasıl fark ettiniz?
Aslında hayret verici güzellikleri çok seviyorum. 3 yaşında şöyle bir fotoğrafım vardı. Yengem gelin olmuş, prenses gibi kıyafetler giymiş. Ben ağzım beş karış açık, göbeğimi çıkarmışım ve pistin ortasında dünya durmuş gibi ona bakıyorum. Teyzemin makyaj çekmecesinin kokusunu hatırlarım mesela. Güzellik beni büyüleyen bir şey. Ama bu meslekte ve hayatta ciddiye alınmak için öyle bir şey yokmuş gibi yapıyorsun. Zamanla kendine geliyorsun.

ERKEKLER KORKUYOR
Bu yokmuş gibi yapmak özel hayatınızı etkiledi mi bir kadın olarak?
Erkekler korkuyor tabii bu durumdan. Kadınlar zaten korkutucu. Cebinden hangi kimliğini çıkaracağı belli olmaz. Bir de üstüne birtakım sözcükler biliyor falan. Her şeyle de başa çıkıyor. Sanırım erkekler kendilerine ihtiyaç duyulmadığı zaman çalışmayan mekanizmalar.

Bahsettiğiniz mutluluk çılgınlığının içinde ama hırstan uzak yeni bir trend var aslında, “Az çoktur”… Niye buna diğeri kadar rağbet edilmiyor?
Bunu Oxford’da tartıştık. Tıpkı eskiden soyluların savaşa gitmesi gerektiği gibi şimdi de doğaya dönenler soylu kabul ediliyor. Fakat doğa, bahçemden edindiğim izlenimle söyleyeyim ki, hiç de öyle romantik bir yer değil. (Gülüyor) İnsan bu durumla baş edemeyecek kadar kendini bu doğa bilgisinden koparmış durumda.

Bahçenizi anlatır mısınız?
Bahçem peyzajlı bahçelerden değil. Kafasına göre takılan bir bahçe. Ve ben orada çıkan her şeye hayretle baktığım için otlar büyüyor sürekli. Annem İzmirli bir kadın olarak geldi, bana otları anlattı. Börek yaptığım otlar oldu. Ama onlarla uğraşırken sümüklü böceklerle falan da haşır neşir oluyorsun. İnsan kendini o kadar hijyenik hale getiriyor ki ancak kendine bahçeye uzaktan bakılabilir bir hayat sunuyor, bahçeye de başkaları bakıyor.

KOCA ADAMLAR NEREYE GİTTİĞİNİ YAZIYOR
Çok mu yalnızız acaba, sorun bu belki de?
Kabul etmiyoruz ama yalnızlığı kabul etmeyen ergenler sürüsü gibiyiz. Bu facebook, twitter… Koca koca adamlar nereye gittiğini niye anons ediyorlar ki? Ergenler yapar bunu, yapacaklarını ve yaptıklarını anons ederler. Facebook’la ilgili bir araştırma yapmışlar. 15-25 yaş arası kullanım düşük. 25-35 arası yüksek. Âşık olacak insanlar arıyorlar. Korkaklık ve kendi kendine yalan söylemek; çoğu insanın sorunu bu… İnsanlar birbirinden en çok şefkat talep ediyor. Bu çok sıradan ve naif bir ihtiyaç. Bunu kabul ettiğimiz gün bu mutluluk çılgınlığına veda edeceğiz.

Anneannemiz nasıl mutluydu, biz nerede kaybetmeye başladık?
Anneannemiz kaç ayrılık yaşadı, kaç işten atıldı? Hiç yabana atmayın, her işten ayrılma bir oyundan atılmadır. Anneannenizin kaç arkadaşı bir gösteri sırasında dövüldü? Ensesinden vurulan arkadaşı oldu mu? Her birinin yasını tutuyoruz biz, sonların kuşağıyız, o kadar son yaşadık ki…

DANS EDEMEYECEKSEM DEVRİMİNİZ SİZİN OLSUN
Habertürk’te yayınlanan ‘Kıyıdan’ programı başlayalı ne kadar oldu?
1,5 aydır yapıyorum.
Oryantal Hale ile dans ettiniz ve “Bunu yapmamalıyım, ne de olsa yazı yazan bir kadın, gazeteci, solcuyum” dediniz, sonra da dans etmeye karar verdiniz, programı devrimci Emma Goldman’ın “Dans edemeyeceksem devriminiz sizin olsun” cümlesiyle bitirdiniz. Dans etmekten bile korkar mı insan?
Kameraman Cenk, “Dans etmezsen olmaz” dedi. Neyse beni ikna ettiler, çekelim dursun, belki kullanırız diye düşünüyorum. Ben dans ederim bu arada, çok dans ederim hem de. Böyle bir şey var, yazı yazan kadın dans etmez, dans eden kadının kafası çalışmaz gibi. “Ben bunları hiç beceremem” taklidi yapmak zorunda bile hissettim kendimi programda. Ne kadar saçma bir şey ya! Artık ciddiye alınmak umurumda bile değil. Aslında ciddi bir programdı, ama ciddiyet algısı farklı.

Eleştirenler oldu mu?
Taraf yazarlarından biri konuyu saptırıp herkese yolladı tek bir bölümü. Yaptığım şey dans etmekti.

GAZETECİLİĞİ BIRAKABİLİRİM BİLE…
Köşe yazıyorsunuz. Köşeler artık yazarların birbiriyle kavgasına arena oluyor açıkçası. Siz bunu köşenizden nasıl izliyorsunuz?
Gizli işsizlik gibi değerlendiriyorum. Ben bu dünyaya hikaye anlatmak için geldim. Onu öyle çarçur edemem. Kendime ihanet etmiş olurum. Kendine ihanet cezasız kalmaz, o cezadan da korkarım. Artık Türkiye’de gazeteciliğin tadı kaldığını düşünmüyorum.

Bunun roman yazmakla bir ilgisi var mı, o tatmin noktasını yakaladıktan sonra gazetecilik tadını kaybetmiş olabilir mi?
Roman yazmakla ilgili tabii. Bir hikayenin ne kadar çok insanı bir araya getirebildiğini gördükten sonra gazetecilik ve Türkiye’deki ağır kamplaşmanın bizi ne kadar azalttığını anladım.

Neyi azaltıyor?
İlişkileri, dostlukları ve iyiliği azaltıyor. Bırakabilirim bile.

Öyle mi, bırakabilir misiniz gerçekten?
Bunu düşündüğüm zamanlar oluyor. Sonra hayatımın önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Neden peki, gazeteciliği bırakanlar apoletlerinden ayrılan askerler gibi mi oluyor, ego mu giriyor devreye?
Gazeteciliğin öyle bir illüzyonu var. Avukatım ama gazetecilikten başka iş yapmayı denemedim bile. O kadar içime işlemiş bir şey ama roman yazarken de bir tür gazetecilik yapıyorsunuz.

Kimse size “Bunu yazma” dedi mi?
Evet bir kez… Ama kim olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü vaktiyle yazmadığım şeyleri bugün söylemek bana çok ayıp geliyor. Madem öyle, söyleseydin zamanında kardeşim!

Sırrı Süreyya Önder geçtiğimiz günlerde bir yazı yazdı ve Ertuğrul Özkök’e “Biz ekmeksiz kaldığımızda, sofrasına bizim için fazladan bir tabak koyabilecek yüzlerce yoksul hane buluruz. Siz ekmeksiz kaldığınızda, ikram edilecek bir bardak çay bulamazsınız” dedi. Siz ekmeksiz kaldığınızda ne olur?
Bugün bana bir şey olsa, buna güvenerek bir şey yapmıyorum ama çöp toplayıcıları, işten atılmış insanlar, şiddete uğramış kadınlar, Kürt çocuklar benim yanımda olur biliyorum.

İPEK ÖZBEY - Akşam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder