19 Aralık 2011 Pazartesi

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul, garip görünüyordun!

İstanbul'la ilgili yakında hayata geçecek 'çılgın' projelerden söz edildiğini çeşitli vesilelerle fazlasıyla duyarız. Amacımız kavramı tartışmaya açmak değil ama burada geçen 'çılgınlık' meselesinin gurur kaynağı biçiminde algılanması biraz ilginçtir. Boyut, maliyet ve fikir düzeyindeki 'çılgınlığı' maddi gücümüzün, cesaretimizin, zekamızın işareti olarak görürüz otomatik biçimde. Fakat illa böyle olmak zorunda değil; 130 milyon lira harcayıp kocaman bir Olimpiyat Stadı yaparken ulaşımı es geçmek, rüzgar problemini hesaba katmamak ve dahası statta maç yapmayı, izlemeyi unutmaktan  büyük çılgınlık olabilir mi mesela? Çılgınlıkla gariplik, saçmalık, komiklik arasındaki ince çizgi böyle durumlarda siliniyor galiba.
Çılgın ya da garip olmak için mutlaka büyük paralar harcamaya da gerek yok üstelik. Önceki günlerde Beşiktaş - Kadıköy arasındaki vapurun saat 20:45'te son seferini yaptığını duyan birinin şaşkınlığını hatırlıyorum. Siz de küçük bir anket çalışması yaparsanız, yolcu potansiyelinin hiç de az olmadığı o saatlerde seferlerin bitmesini, çoğu kişinin saçmalık biçiminde değerlendirdiğini görebilirsiniz... Elbette mutlaka olumsuz olmak zorunda değil; fakat garipliklerle, onları fark edemeyecek kadar birbirimize alışmışız. Çılgınlık, kavuştuğumuzda gururlanacağımız bir şey değil, zaten peşimizi bırakmayan, yapışkan bir özelliğimiz sanki. Önceki aylarda yazar Özay Şendir'in gazetesinde bıkıp usanmadan bir konuyu yazdığını hatırlıyorum; İstanbul'un çeşitli semtlerindeki çöp kamyonlarının neden hep trafiğin yoğun saatlerinde işe çıktığını soruyordu. Şendir'in böyle bir soruyu bıkmadan sormasını çılgınca bulabilirsiniz ama merak ettiği durum da az garip değil. Vapur seferinin erken bitmesi kadar da 'gizemli'.
Beşiktaş Vapur İskelesi'ndeki küçük anketimizi bırakıp, çeşitli alanlarda İstanbul'la ilgili çalışmalar yürüten kişilere sorduk; 'Sizce nedir İstanbul'un büyük çılgınlıkları, gariplikleri?' İstanbul'la ilgili pek çok projede yer almış mimar Korhan Gümüş, çılgınlıklarımızı sıralarken hiç zorlanmayanlardan. 'Kentin en önemli, çevresinde kültür kuruluşlarının bulunduğu mekanı neresi sizce?' diye sordu. Cevabı Tepebaşı'ndaki meydan. 'Peki bu değerli meydan ne olarak kullanılıyor?' cevabı otopark. 'Peki buna kimler karar vermiş?' İstanbul'u planlayan Metropoliten Planlama Merkezi. İstanbul'un en büyük ironilerinden birinin bu otopark olduğunu düşünüyor Gümüş.
Peşinden bahsettiği de bu kadar ironik; 'Aksaray hızlı tramvay ana istasyonuyla Vatan Caddesi'nde çalışan tramvay hattının bağlantısı yok. Aksaray'da şöyle bir etrafınıza baktığınızda havaalanından gelmiş, ellerinde valizlerle kaldırımı, işaretleri olmayan yollarda kaybolmuş turistleri sıklıkla görebilirsiniz. Kabataş yönüne gitmek için bir kilometre uzaktaki istasyonu büfelere, taksilere sorarak bulmaya çalışıyorlar.' 
Artık efsaneleşmiş bir başka mimar Aydın Boysan en büyük çılgınlığın İstanbul'un nüfusunun fazlalığı, buna karşın ulaşım imkanlarının kısıtlılığı olduğunu söylüyor. Bugüne kadar şöyle ya da böyle idare edildiğini, insanların evlerinden fazla çıkmadığını, bizim toplumun az gezdiğini anlatıyor Boysan, ardından ekliyor; 'Gezmek herkesin hakkı, yavaş yavaş insanlar sokağa çıkmaya başladı, bundan sonra sen gör çılgınlığı.'
İSTANBUL'UN SİMGESEL İMAJI; OTOBÜSLER Türkiye Rehberler Birliği Başkanı Şerif Yenen'in anlamakta zorlandığı konu en turistik yerlerimizden Sultanahmet'le ilgili. Meydandaki yeşil alanların, yarım metre altında çok değerli tarihi kalıntıların bulunduğu alanların ciddi bir projelendirme yapılmadan, sıradan bir inşaat çalışması gibi betonla kaplanmasını garip buluyor. Bahsettiği ilginç bir durumsa Sultanahmet'in görselliğiyle ilgili. 'Artık Sultanahmet'in en belirgin imajı otobüsler' diyor Yenen. Çekilen hemen her fotoğraf karesinde park etmiş bir otobüsün göründüğünü, buna bir çözüm bulunması gerektiğini söylüyor.
Bu hafta bir haber için buluştuğumuz müzeci Mine Küçük, konu garipliklerden açılınca Dolapdere'deki Adam Mickiewicz Müzesi'nden bahsediyor. Polonyalıların milli kahramanı olan şairin yolu İstanbul'a düşmüş vaktiyle ve Dolapdere'de yaşamını yitirdiği ev müzeye dönüştürülmüş. Küçük bu müzeyi görmeyi 3- 4 kez istediğini ama telefonlarına bakan ya da kapıyı açan birini bulmanın kolay olmadığını söylüyor. Ziyaret girişimlerinde başarı sağlayamamış, yine de ısrarcılığını sürdüreceğini söylüyor. Küçük'ün anlattığı diğer olay çoğumuzun muhatap olduğu ama fark etmediği, daha büyük bir gariplik; 'Topkapı Müzesi'ni ziyaret etmişsinizdir, bazen o kadar kalabalık oluyor ki, bir şeye bakarken bekçi 'Hadi kardeşim ilerle, sırada bekleyen var' diyor. Bir müze için epey abes, görülmemiş bir durum. Bir biçimde çözümünün bulunması lazım.'
İstanbul'un sokaklarını gezip yeme içme mekanlarıyla ilgili gözlemlerini gazetelerinde aktaran iki isim var; Ansel Mullins ve Yigal Schleifer ikilisi. Yılın önemli kısmını İstanbul'da geçiren Mullins buradaki garipliklerin sonsuz sayıda olduğunu düşünüyor; 'Bu gariplikler hayatımı renklendiriyor, bazılarını anlayamıyorum, bazılarını anladığımda garip değil zekice buluyorum' diyor. 'Peki nedir bunlar?' diye soruyoruz komik bulduklarını anlatmak istediğini söylüyor; 'Sirkeci'de bir adam renkli kalemi plastik kalıp gibi bir şeyin içine koyup geometrik şekiller çiziyor. Bu hiç de garip değil ama her defasında adamı büyük bir kalabalık izliyor, sanki şapkadan tavşan çıkarıyormuş gibi. İnanamıyorum. Millet şaşırmış! Barların olduğu sokakta yaşlı bir 'doktor' amca geziyor, elinde tansiyon aleti var. Ağzında sigarası, elinde rakısı olan kişiler de tansiyonlarını ölçtürüyor. Bravo, önce sağlık!'
HAVA DA ARTIK PARAYLA
Söz tarihi yarımadadan açılmışken konuyla ilgisini kurabileceğimiz iki bilgi aktaralım. Cinliğine, zekasına güvenen ve karşılığını da alan bir girişimci gayet çılgın projesini hayata geçirip, Topkapı Sarayı Müzesi'nin mağazasında 'İstanbul Havası'nı turistlere satıyor. Konserve kutularına sıkıştırıp 33 liraya sattığı hava yüzde 78 azot, yüzde 21 oksijen, yüzde 1 karbondioksitten oluşuyor. Yani 'gerçek' havanın formülü; kimse birilerini kandırdığını iddia edemez. Rotanızı Tahtakale üzerinden Eminönü'ne çevirirseniz burada İstanbul'un en garip muhtarlığına rastlayabilirsiniz; Tahtakale Muhtarlığı. Burada nüfus gündüzleri bir milyonu aşıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi gece de azalıyor. Fakat bu kadar da olmaz diyor insan; muhtarın seçmen sayısı yalnızca 31 kişi. Muhtar Halil İbrahim Seçer'in babası da burada 46 yıl muhtarlık yapmış.

EYÜP TATLIPINAR- AKŞAM PAZAR EKİ

Nazlı Eray yazdı: St. Petersburg



Çok değişik bir kente giriyorum ve orada geçireceğim sekiz saat boyunca, beynimin içinde unutulmaz anılarım oluşacak, beynim sanki bir kamerayla kentin görüntülerini çekecek ve ben soğuk kış gecelerinde, evimde bu kenti düşüneceğim. Herhalde kolay unutamayacağım orayı.
Bunları düşünerek St. Petersburg'dan içeri daldım. Hiç yanılmamışım düşüncelerimde; şehir, içine girer girmez yakama yapıştı ve beni bir daha bırakmadı. Oysa az görmüştüm orayı, topu topu yedi-sekiz saat. Gördüğüm en tuhaf, en etkileyici, belki ürkütücü ve hüzünlü kentlerden biriydi St. Petersburg. İlkbahardan yaza geçerken bir gün Alexander Nevsky Caddesi'ne ayak basmıştım, akşamları beyaz geceler devam ediyor, saat gece 11.30'da bile gökyüzünde parlak bir aydınlık oluyordu. Başlı başına bu ışık, bu gelmeyen gece, sarhoş etmeye yetmişti beni, günün bütün saatleri karmakarışıktı beynimin içinde; Alexander Nevsky Caddesi'nde yürürken bir sabah mıydı yoksa bir akşamüstü mü, bilmiyordum.
Daha önce görmediğim genişlikte upuzun caddeler, durmuş oturmuş büyük binalar; fakat tuhaf bir eskimişlik, bir tarihin içine sıkışmışlık; Çarlık devrinden kalma pırıltılı saraylar ve oyuncak gibi rengarenk, akıl almaz güzellikte, soğan biçimli kubbeli kiliseler; onların hemen kenarına komünizmin kente hakim olduğu zamanlarda yapılmış, uzayıp giden sosyal konutlar; ürkütücü bir biteviyelik ve bütün bunların üstüne çökmüş olan zaman.
O dünyaların ikisini de eskitip sarartmış olan zaman. Hüzün ve artık olmayan bir şeylerin izleri...
FİLM PLATOSU GİBİ
İşte bu muhteşem kent, adeta bir Orson Welles filminin dev platosunu andıran St. Petersburg bana tüm bunları bir anda çağrıştırdı.
Hermitage'ın olduğu uçsuz bucaksız meydandayım. Hafif bir rüzgar yerdeki kuru yapraklarla oynuyor. Bu olağanüstü zengin müzeye girip, kaybedecek zamanımın olmadığını anlıyorum. Belki eşsiz mücevherlerin sergilendiği bölümü daha sonra gezebilirim. Kapıda uzun kuyruk...
Uzaklaşıyorum meydandan. Yavaş yavaş akmakta olan Neva Nehri'ni görüyorum o an. Nehrin üstündeki köprünün demirlerine dayanıp birçok şey düşünmeye başlıyorum. Bu kentin insanları... Ünlü yazar Puşkin. Güzel karısına göz koydu diye düello ettiği Dantes. Puşkin çirkin, maymun gibi. Karısı Nathalie. O bir rüya. Beyazlar içinde bir resmi yatağımın yanında durur. Kara Nehir kenarında yapılan düello da Puşkin ağır yaralanır, 36 saat yaşar. Evine taşırlar onu. Orada, üst kattaki odasında kan kaybından ölür. Puşkin'in dadısı Arina. Ona çocukluğundan beri bakan yaşlı, şişman Rus kadın Arina.
Lenin Caddesi'nde yürüyorum şimdi. Devrim'den sonra Lenin, karısı Krupskaya ile o zamanlar Çar II. Nikola'nın kışlık sarayı olan Hermitage'a yerleşmişti. Krupskaya'nın çocuğu olmuyordu. Zehirli guatrı vardı.
Moskova'da Lenin'in mumyasını görmüştüm. Bir yıl önce. Mumya yeraltındaydı, tepeden bir spotla aydınlatılmıştı. Lenin siyah takım elbisesinin içinde orada yatıyordu. Bordo bir kadife örtünün üstünde. Gözleri kapalıydı, kravatı özenle bağlanmıştı. Ufalmıştı boyu. 'Bu bir bebek!' diye bağırmıştım onu görünce. 'Gerçek olamaz!'
Ama yanına yaklaşınca mumyanın gerçek olduğunu anladım. Sanki yeni tıraş olmuştu yüzü. İncecik çıkan sakalını yaklaşınca görmüştüm.
Yürüyorum St. Petersburg'da. Hotel Europa. Kül tablalarının bile altınla kaplanmış olduğu lüks, pahalı bir otel. Ama onda da bir eskilik, bir başka dünyaya ait olma havası var.
Birden buluyorum kafamdaki sorunun yanıtını.
St. Petersburg.
Artık başka bir dünyaya ait olan bir kent burası. Zengin geçmişiyle, içinde yaşanan dramlarla, şu anki ürkütücülüğü ve başıboşluğuyla başka bir dünyanın şehri burası.
GOGOL GECELERİ
Bunu bulunca rahatlıyorum. Burada geceler Gogol'un geceleri... Benim için St. Petersburg'da geceler ünlü yazar Gogol'a ait olmalı. Onun o bürokrasiyi kamçılayan, yer yer fantastik olan öyküleriyle, geceler Gogol'un. Paltosu çalınan bir zavallı memurun hortlayan ruhu gece yarısı St. Petersburg sokaklarında dolaşır ve çalınan paltosunu arar...
Az ileride Aurora Gemisi. 1918 ihtilalini yapan gemi. Şehrin el değiştirmesi...
Bir cafe'de piruşki yerken bir Rus ile konuşuyorum.
'Lenin nasıldı?'
'Belki de eşcinseldi' diyor.
Şaşkınım.
'Öyle mi?'
'Bu bir argüman' diyor. Kahvesini içiyor.
Artık hiçbir ideolojiye ait olmayan, sanki yalnız kalmış, binalarının boyaları eskimiş ve solmuş, gücüyle bana adeta bir tokat atan şehir, St. Petersburg.
Beni gittikçe içine çekiyor.
'Pekiyi Stalin bu kentte yaşadı mı?' diye soruyorum. 'Hayır, o Moskova'yı severdi' diyor Rus. Kahvesinden bir yudum daha alıyor.
'Şu Lenin hakkındaki az önceki söylediğiniz... İnanmadım' diyorum. 'Hiç duymadım. Dünyada duyulmadı.'
'Kim bilir...' diyor Rus. 'Konuşulur bu.'
St. Petersburg'da her şeye hazırdım, gene de şaşırdım biraz. Bu, devrimcileri tedirgin eder, diye düşündüm. Gene de yazmalıyım bunu, St. Petersburg'un gözümde bir parçası olan Lenin hakkında bir 'yoldaş'ın fısıltısı bu.
St. Petersburg. İnanılmaz bir kent.
Şimdi mavi beyaz bir sarayın önündeyim. Katerin Sarayı olmalı bu. Nefis bir düğün pastası gibi önümde uzanıyor. Öyle büyük, öyle görkemli ki. Uçuk mavi, beyaz ve altın rengi kubbeler... Bir rüya sarayı.
İçindeki bir odaya girip, o gece orada uyumak istiyorum. Çar'ın yatağında deliksiz bir uykuya dalayım, sabah o görkemin içinde uyanayım, aklıma hiç devrim filan gelmesin. Yiyip içeyim aynı Çar'ın yaptığı gibi...
Fakat Nikolai Gogol'un gecesi peşimi bırakmıyor. Şehir birden ürkütücü bir hal alıyor, sokaklarda yalnızlık var şimdi. Gogol, St. Petersburg'da yaşamış ve en ünlü eserini burada vermişti. Kafamda, 'Bir Delinin Hatıra Defteri', 'Müfettiş', 'Palto'... Tekrar Alexander Nevsky Caddesi'nde yürüyorum. Gogol'un gecesinin içinde.
Şehir başlı başına bir içki gibi, günün her rengi ve saatiyle başımı döndürüyor.
Petergof - Yazlık Saray.
Ulaşıyorum oraya. Gördüğüm ihtişam şaşırtıyor beni. Yemyeşil bir ormanın içinde altın renkli heykeller, onlarca altın adam, havaya fışkıran fıskiyeler, kat kat şelale olup akan sular, köprülerin üstünde kameralara poz veren yeni evlenmiş gelin ve damatlar. Bembeyaz gelinlikli Rus kızları... Altın heykeller gözlerimi kamaştırıyor, sular, fıskiyeler ıslatıyorlar beni, yakınlarına gidiyorum, altından adalelerine dokunuyorum.
Yeniden Alexander Nevsky Caddesi'ndeyim.
Şehir eski ve köhne. Yıllardır boyanmamış yapılar çevremde. Bir kapıdan içeriye girsem, bu kentin gecesini burada yaşasam, daracık bir sosyal konutun küf kokan bir odasında. Bir işçi gibi uyansam sabah. Şapkamda çekiç-orak amblemi olsa. Dünyanın yükünü sırtımda taşısam. Akşam köşe başındaki yoldaşların gittiği kahveye gitsem. Cebimde birkaç ruble olsa. İçimde inancım.
Çelişkiler kenti St. Petersburg. Seni nasıl unutabilirim? Rüyalarda görülen, kötü, zedelenmiş bir çocukluğun rengi var sende.
Çariçe'nin hekimi ve danışmanı Rasputin. Yusupof Sarayı'nda bir yemekte zehirli şarapla zehirleniyor. Ölmüyor. Yürüyor yollarda. Bir iki kurşun sıkıyorlar. Gene ölmüyor. Neva Nehri'nin içinde çırpınıyor.
Tüylerim diken diken.
Neva Nehri yanı başımdan akıyor. Senden korkuyorum ama aşık oldum sana St. Petersburg. Ayrılamıyorum köprünün üstünden.

AKŞAM GAZETESİ
PAZAR EKİ'NDE YAYINLANMIŞTIR

9 Aralık 2011 Cuma

Ezberini bozmak isteyenlere tavsiye edilir

Ülker Uzun Polat'ın 'Tam Benlik' Kitabı çıktı...
Herkesin yaşadığı sıkıntılar, sorunlar kendine göre az ya da çok gelir. Başa çıkamadığımız anlarda da başkaları tarafından anlaşılamamaktan şikayet ederiz. Fakat durup da kendimizi anlamaya çalışmayız. Ülker Uzun Polat da böyle olumsuz düşünenlerden biriyken bir arkadaşından nefes çalışmalarıyla ilgili duydukları ve bu konuda araştırmaya başlamasıyla çok farklı bir hayatın kapılarını araladı. ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği’nden mezun olan Polat, Bilişim sektöründe uzun yıllar çalıştı. Ülker Uzun Polat, çocuklarının hayatına girmesiyle birlikte önceliğini huzur, denge ve mutluluk arayışına vermiş. Bu süreçte Reiki, NLP, Taichi, Yoga, Meditasyon, EFT, Kuantum Yaşam ve Nefes Koçluğu, Access- Bars, Meleklerle Koçluk eğitimlerini almış. Şimdi sahibi olduğu Mimoza Yaşam Merkezi’nde bu çalışmalarını herkesle paylaşmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş. Biz de Ülker Uzun Polat’a kitabın ortaya çıkışını ve bu yaşam felsefesinin ayrıntılarını sorduk.
Yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Yazmak vazgeçemediğim bir şey. Kendimi yazar olarak görmüyorum, sadece hobi diyebilirim. Ama ilk kitabım ‘Tam Benlik’, yazmazsam öleceğim dediğim ve paylaşma isteğiyle benden taşan duygulardan ortaya çıktı. Sadece konuşarak, seminer vererek bir boşalıma ulaşamıyorsunuz. Kitabı daha çok insana ulaşma gayesiyle yazmadım. Sadece benden çıksın, insanlar okursa da paylaşayım, bunu bilsinler istedim.
Kitapla ilgili geri dönüşler oldu mu?
Açıkçası anlaşılacağından bile çok emin değildim. Böyle bir düşünceyle de yazmamıştım. Kitap yayınlandıktan sonra birçok kişi bana ulaştı ve benimle aynı düşünceleri paylaştıklarını söyledi. Bu durum beni çok mutlu etti tabii.
Ön yargılarımızdan nasıl kurtulacağız?
İnsan hayatında en önemli olgu ‘farkındalık’ aslında. Hayatın içinde birçok olayla karşı karşıya kalıyoruz ve bu boğuşmanın içindeyken farkında olmadan ezbere yapıyoruz her şeyi. Bu yüzden kitabımın adı da ‘Ezber Bozduran’. Yaşadıklarımızdan anlamamız gerekeni alıncaya kadar devam etmek ve farkındalığımızı geliştirmek, affetmeyi öğrenmek gerekiyor. Affetmiyoruz ve sürekli mutsuz oluyoruz. Aslında herkes birbirine ayna tutuyor. Dışarıda olanı gözlemlerken ve dışarıdaki olaylara tanıklık ederken aslında senin de yaşadığın benzer durumları fark ediyorsun. Bu bir yolculuk, bir günde, bir seansta olacak bir şey değil. Her şey yeni bir farkındalığa doğru bir yolculuğa götürüyor insanı.
Vapuru kaçırmış ve beklerken not almaya başlamışsınız sonra da bu kitap ortaya çıkmış. Bir sonraki kitap için de yine böyle bir işaret olur mu dersiniz?
Aslında işaretler kendiliğinden geliyor. Bizlerin yapması gereken tek şey onları anlamlandırmak. Bir sonraki kitap için de işaretler oluşuyor. ‘Tam Benlik’ kitabımın ikinci baskısı yapıldı. Her baskıda yeni bir bölüm ekliyorum. Üçüncü baskı için ekleyeceğim bölüme daha şimdiden karar verdim. Bu konuda şu an kafa yoruyorum, vapuru kaçırmayacağım belki ama yeniden başka bir şey olacak ve ben yazacağım.

Kitabınızda size enerjisiyle ışık tutan 12 kişinin olduğu bir listeniz var. Bu listeyi nasıl oluşturdunuz?
Bu listeyle anlatmak istediğim; herkesin hayatında, yakın çevresinde çok güzel enerjiler aldığı insanlar var. Işık tutmak istediğim şey; hepimiz bireysel olarak çok güçlüyüz ama bir araya geldiğimizde daha da güçlü bir enerji oluşturuyoruz. Ayrıca 12 sayısında tamamlayıcı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bütünü tamamlamak adına oluşturduğunuz küçük gruplar yani bir çiçek gibi düşünün ki bir yuvarlağın bir sürü yaprağı var ve bu zincir kelebek etkisi gibi bütün dünyaya yayılıyor. Tabii kitap yayınlandıktan sonra çok talep oluştu. O liste şimdi hızla gelişiyor.
Sürekli pozitif bakmak mümkün mü? Hiç pes ettiğiniz olmuyor mu?
Evrene sürekli sorular sormayı öğrendim. Bunun sana öğretmek istediği bir şey var. Her şey bir deneyim. Bunu deneyimledim ve bundan anlamam gereken ne var diyorum. Yaşananlara hiçbir zaman başarısızlık demiyorum. Kendime drama yaratmıyorum ve bir cevap aramıyorum. Zaten o cevap bana geliyor. Böyle sorulara çok maruz kaldım. Hayatım nasıl değişti, ilk kitabımı bu yüzden sadece bunları anlatmak için yazdım.
Kitapta meleklerden ve onlara mesajımızı iletmekten bahsediyorsunuz. Son zamanlarda bu tarz kitapların sayısı arttı mı sizce?
Kişisel gelişim sektörünün içinde olmama rağmen bu konuda nerede ne olduğunu takip etmiyorum. Nefes konusunda da yaşadım. “Allahın nefesinin kursu mu olur?” diyenler oldu ve gelmediler. Onları da yadırgamıyorum. Bu iş manevi yönümüzle alakalı ve ancak buna inanan insanlar gelir. Eğer son günlerde bu konuda çok fazla yayın çıkıyorsa bunun da mutlaka bir sebebi vardır diye düşünüyorum. Ben bir ara bu şekilde düşünemediğim için üç yıl ara verdim. Herkesin her yaptığına ve herkesin görüşüne saygı duyuyorum. Benim uğraşım kendimle.
İstediğimiz her şeyi yapacak güçteyiz
Retrotik yani beklentisiz olmakla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Şu an yaptığım şey bu beklentisiz olma hali. Bilinçli bir şekilde beklentisiz olmak gerekiyor. İstediğimiz her şeyi yapabilecek güçteyiz. Düşüncelerimizi ve isteklerimizi serbest bırakalım ve hayatın bize neler verdiğine bakalım. Tabii ki bu düşünce hedeflerimiz olmasın anlamına gelmiyor. Tabiî ki hedeflerimiz olsun ama bunu beklentilerle yapmayalım. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüğüm zamanlar hep çuvalladım. Beklenti içinde olan aslında zihnimiz. İç sesimiz yüzde 99 bizim için doğru olanı söylüyor. Ama biz bunu dinlemeyip zihnimizin yani yüzde birlik kısmın dediğini yapıyoruz ve mutsuz oluyoruz.
Beklentisiz davranmak bilinçsizce yapılan bir şey. Bu davranışımızı değiştirebilmemiz için ne tavsiye ediyorsunuz?
Sevgi denen şeyde koşul, karşılık ve beklenti olmamalı. Yeni bir şeye başlarken bunu kendi kendimize hatırlatabiliriz. Madem bilinçsizce beklenti içinde bulunuyoruz. O zaman bilinçli bir şekilde beklentisiz olabiliriz. Kendimize beklenti içinde olmadığımız şeyleri yazdığımız bir liste yapabiliriz. Bir davranışı kazanabilmek için defalarca yapmak gerekir.
Egolarımızdan nasıl sıyrılacağız peki?
Kişide farkındalık oluşmaya başladığında neyin ego, neyin öz olduğunu anlamaya başlıyor. Çok ısrar ettiği zaman bu egodan mı, içten gelen bir ses mi olduğunu anlamaya başlıyor. Bize danışanların çok sık kurduğu bir cümle var. “Ben eskiden” diye başlıyorlar, bu cümleyi duyunca çok mutlu oluyorum. Çünkü artık farkında olarak hareket ediyorlar. Onlarda cümlenin devamında artık aynı tepkileri vermediklerini ve daha mutlu olduklarını söylüyorlar.
Haber: Pınar Hiçdurmaz- Akşam Gazetesi

8 Aralık 2011 Perşembe

Edebiyatın liseli kalemleri

Sylvia Plath'in ilk şiiri 8 yaşında yayımlandı. Yaşar Kemal'in 'Ağıtlar'ı basıldığında ünlü yazar  17 yaşındaydı. Virginia Woolf makaleleri yayınlandığında henüz 13'ünde, Nazım Hikmet ilk şiiri 'Feryad-ı Vatan'ı yazdığında henüz 12'sindeydi. Liste uzun... Kalemle tanıştıklarında neredeyse çocuk yaştalar. Şimdi sizlerle tanıştıracağımız isimler de öyle. Henüz lise öğrencileri. Kimi üçüncü kitabını yazıyor, kimi tarihe el atıyor. Hepsi birbirinden akıllı ve 'Gençlerde iş yok' diyenlerin ezberini bozuyorlar.

Adı Rana Demiriz. Henüz 16 yaşında bir lise öğrencisi. Yazmaya okumayı çözmekle birlikte başladı. Başlarda elbette düşüncesi kitap yazmak değildi. Önce şiirler yazdı. İlkokuldayken aile bireylerine yazdığı küçük dörtlükler oldu. Daha sonra bir hikaye kitabı yazdı. Üstelik resimlerini de kendisi çizdi. Kitap kapağını bile kendi yaptı. Bu küçük hikayeler uzun öykülere dönüştü ve romanın yolunu açtı. 'Genç bir yazar olarak kitap okumak da benim için bir tutku' diyor Rana Demiriz. Her yere elinde bir kitapla gidiyor, kocaman bir kütüphanesi var. Okuduğu kitap sayısı sıkı durun, iki bine yaklaşmış. Türk ve dünya klasiklerinin tamamını okumuş. Çağdaş Türk yazarları, aşk romanları, hatta fantastik romanlar...
Yazacaklarının belli bir kurgusu var, ama genel olarak masaya oturduğunda kaleminin kendisini yönlendirdiğini söylüyor. Bir de romantik sahneler yazarken, sessiz, sakin ve biraz içe kapalı olduğunu...
'Ya aksiyon?' diyecek oluyorum. Cevabı, 'Parmaklarım klavyenin üzerinde o kadar hızlı geziniyor ve beynim o kadar hızlı çalışıp kelimelere dökülüyor ki yazdıktan sonra bunu ben mi yazdım diye geri dönüp okuyorum. Kendimi kaybediyorum kelimelerde' diyor.
Lisede okuyor. Üniversite eğitimini resim üzerine almak istiyor. Resmin kalemini desteklediğine inanıyor. Yazamadığında çiziyor. Çizemediğinde yazıyor ama kendini mutlaka ifade ediyor, 'Resim bana özellikle betimlemeler konusunda çok yardımcı oluyor' diyor. Bu ay, Ataşehir Doğa Koleji'nde ilk kişisel sergisini açacak. Üstelik üçüncü romanı 'Donmuş Ateş'in çıkışıyla sergi aynı zamana denk geliyor.
Sevdiği kitaplara ve yazarlara gelince. İskender Pala'nın 'Katre-i Matem' kitabını değişik bulduğunu söylüyor. Elif Şafak'ın Aşk'ını beğenmiş. Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar'ının yeri başka. Fantastik yazarlardan Laurell K. Hamilton'ı beğeniyor, 'Aşk romanlarında ise Judith Mcnaught ve Nora Roberts zirvede bence' diyor.

Kendisi 16, kahramanı ise 20 yaşında

Kitaplarında 20 yaşındaki bir genç kızın Amerika'da başlayıp İspanya'da devam eden fantastik aşk hikayesini anlatıyor. İkinci kitabında pek çok sahne Türkiye'de geçiyor. Dört kitaplık bir seri bu.
Yazdıkları yaşadıkları değil, yaşamak istedikleri. Örneğin kitapta geçen yerlerin hiçbirine gitmemiş, ama 'Google Earth' sağolsun, gitmiş kadar olmuş. Önce internette gezinip, sonra da buralar hakkında derinlemesine bir araştırmaya girdiğini söylüyor.
Yayınevine ilk gidişini anlatıyor. 'Çok beğendiler, başarılı buldular ancak yaşımdan dolayı basmadılar. '18 yaşına gelince bu toplantıyı bir daha yapalım' dediler. On dört yaşıma geldiğimde ilk kitabımı kendi imkanlarımızla bastırdık. Başbakanımızın da kabulünden sonra ulusal basında iyice yer aldım. Ardından Doğa Koleji bana sponsor oldu. Bunun üzerine Marmaris'ten İstanbul'a taşındık. Şu anda kitaplarım Doğa Yayınları'ndan çıkıyor.'

Kitap yazıyor, peki edebiyat dünyasıyla ilgili ne biliyor?
'Ben edebiyat dünyasını dipsiz bir kuyuya benzetiyorum. Herkes içine bir taş atıyor. Kimilerinin taşları diğerlerinden daha büyük oluyor, kimilerininki daha küçük. Yığılarak gün geçtikçe ilerliyor. Okuyucu kitlesi olan yazar her zaman için en başarılı yazar değildir. Öte yandan okuyucu kitlesine ulaşamamış çok başarılı eserler de var. Edebiyat öznel bir kavram olduğu için kimine göre harika olan bir eser başkası için bir şey ifade etmiyor. Bu yüzden edebiyat dünyasının kesin sınırları yok' diyor.
Kendimi hiç de bir lise öğrencisiyle konuşuyor gibi hissetmiyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, sürekli 'Gençler üretmiyor, düşünmüyor' diyenlere inat o kadar mutluyum ki karşımdaki genç kızın cümlelerinden. 
Rana Demiriz, arkadaşlarından çok da farklı biri olmadığını söylüyor,  herkesin içinde bir cevher olduğuna inanıyor, yeter ki işlensin.
Peki, öğrenciyken nasıl kitap yazmaya vakit buluyor. Cevabı beni şaşırtıyor, 'İlk romanımı SBS'ye hazırlanırken yazmıştım. Diğer ikisini yaz tatillerinde...' Planlı yaşayarak her şeye yetiştiğini söylüyor. Dizi de seyrediyor, sosyal hayatını da doyasıya yaşıyor. Kitap da yazıyor, resim de yapıyor, üstelik başarılı bir öğrenci...

16 YAŞINDA TARİH  KİTABI YAZDI

Sarp Ersoy, 16 yaşında. St. Benoit Fransız Lisesi'nde okudu. Sonra Fransa'da liseye devam etti. Sadece yazı yazmıyor. 10 yıldır piyano dersleri alıyor, profesyonel olarak basketbol oynuyor. Okulun, Model Birleşmiş Milletler ve Avrupa Gençlik Parlamentosu'nda da aktif görevde.  Babasıyla birlikte şarap üretiyor. Yemek kurslarına katılıyor, sevdiklerine yemek hazırlıyor. Tarihin yanı sıra dinlerle ve ateizmle ilgili araştırmalar yapıyor. Proje çocuk desem değil, ailesi kişisel gelişimi ve eğitimi için ilgi gösteriyor ama onu hiçbir konuda zorlamıyorlar. 
Gelelim kitap yazma hikayesine. İlkokul birinci sınıfa kadar, kendi isteğiyle bir sınıf dergisi çıkarıyor. Hikaye burada başlıyor. Uzun metinler yazmasıysa 10 yaşını buluyor. O zamana kadar kompozisyon, küçük hikayeler... İlk yazdığı ciddi yazı, 'Bizans'ın Altın Çağı'... İmparator İustinianos zamanını anlatan bir roman. Ancak bir türlü yazdıklarını beğenmiyor. Geceler boyu yazıyor, yetersiz geliyor, bir tuşa basıp yazdıklarını yok ediyor.
İlgi alanı edebiyattan çok tarih. İki yıldır Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş dönemi konusunda kendini yetiştirmeye çalışıyor, işin aslı epey de yol kat ettiğini düşünüyor.
Sarp Ersoy'un yazarken bir ritüeli var. Olabildiğince dış dünyayla ilişkisini koparıyor. Bir de yazı masasından çayı eksik etmiyor.
Peki, üniversitede hangi bölümü seçecek? Amerika'ya gitmeyi planlıyor. Burada Endüstri Mühendisliği okuyacak. Tarih ve yazı... Onlardan elbette vazgeçmeyecek.
Yazdığı gibi okuduğu kitapların da konusu tarih. 'Son İmparatordan İlk Sultana' kitabında İsmail Tokalak'ın 'Bizans-Osmanlı Sentezi' ve Radi Dikici'nin 'Şu Bizim Bizans' kitabından çok etkilendiğini söylüyor.
Romanın okunması için İstanbul'un fethini konu seçmiş. Özellikle bunu son imparatorun gözünden anlatıyor ve ilginç bir kelam ediyor, 'İsyan ediyorum. Biz gençlere anlatılan resmi tarihte geçmişimizle ilgili her bilgi doğru ve eksiksiz anlatılmıyor. Bunu keşfettim. Kendime doğruyu öğrenmeyi amaç edindim'...
Ne kadar şahaneler değil mi? Tarih ne zor bir alan. Ona tarihi seçtirene bakın, 'Mummy' filmindeki mumyalar.
Şimdiye kadar 150'nin üzerinde tarih kitabı okudu. 50'si Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş dönemiyle ilgili. Yazdığı kitaptaki karakterler ve kendi arasında bir ilişki kuruyor genç yazar, 'İmparator Konstantinos'un bana benzer yönleri çok' diyor örneğin.
Seçtiği alana dair eleştirileri var, 'Bana kalırsa Türkiye'deki tarih araştırmaları biraz taraflı yürüyor' diyor, 'Bunun en büyük örneği lise tarih kitaplarımızda Bizans Tarihi'nin sadece bir paragrafla geçiştirilmesidir. Ben şahsen Anadolu kültüründeki ağırlığın sadece İslam ve Osmanlı'ya ait olduğunu düşünmüyorum.'
Kahve ve klasik müzik olmadan yazamam
Aslı Eke, Kösem Sultan'ı yazmaya başladığında 14 yaşındaydı. Kitabı 16 yaşında basıldı. Şimdi 18 yaşında, McGill Üniversitesi'nde felsefe ve politika okuyor. Kösem Sultan'ı yaklaşık bir yılda yazdı. Her zaman Osmanlı tarihine ilgi duyduğunu söylüyor Aslı Eke, özellikle de hareme. Yaptığı okumalarda Kösem Sultan'ın adı satır aralarında geçiyor. Öyle tanışıyorlar. Eke, 'Zaten bu tür tesadüfler her yazı yazmaya başlamadan önce başıma gelir. Kafamda her şey belirsizken sokakta gördüğüm bir insan, gazetede okuduğum bir makale, bir filmde aniden beliren efekt bile bana ilham olur' diyor. Kösem Sultan'a kısa bir hikaye olarak başlıyor, sonra kendini durduramıyor. Kitabı çok satmadı ama ses getirdi, o bunu yaşına bağlıyor. Tanımadığı insanların onu okumasından büyük zevk aldığını belirtiyor. Kitabı yazdığı dönemlerde yani lise yıllarında arkadaşlarından farklı biri o. Yalnız kalmayı seviyor, okuyor, hikayeler kurguluyor. Ve karamsar, içine kapanık biri. Milan Kundera'yı seviyor, Oscar Wilde'ı, James Joyce'u, hatta Sartre'ı...
Bu yaz yeni bir romana başladı. Araştırmaları sırasında hayatının en duygusal dönemlerini geçirdiğini söylüyor, tabii kitabıyla ilgili kopya vermiyor. Yazı yazarken ritüelleri var. Kahve içmeden yazamıyor. Fonda mutlaka klasik müzik çalmalı. Odasının dağınıklığı da hoşuna gidiyor ve geceleri yazmayı tercih ediyor.

28 Ekim 2011 Cuma

MÜGE ANLI'NIN ENKAZINI KİM KALDIRACAK?




'Kimse kusura bakmasın'... Sosyolog, psikolog, toplum bilimci, sorgu hakimi ve aynı zamanda avukat olan Müge Anlı'nın programında en çok kullandığı cümle bu... Sen de kusura bakma Müge Anlı, biliyoruz bir Müge Anlı kolay yetişmiyor! Ama buraya kadarmış...

Bir röportajında Müge Anlı'ya soruyorlar. 'Bir kız çocuğuna acımasızca babasının üvey olduğunu söylemişsiniz. Sizi suçlayanlara neden cevap vermediniz?' Cevap şu: 'Bazı insanlar konuşurlar, bazı insanlar konuşulur. Ben konuşulmayı tercih ediyorum.' Müge Anlı bugün düştüğü durumdan rahatsız mıdır sizce?
Onu ilk tanıdığımızda saçlarıyla dikkatimizi çekmişti. Beline kadar, gerçekten de güzel saçları vardır/ hala da var. Magazin muhabiriydi. İşini de iyi yapıyordu. Zira işini iyi yapanların her işi yapacaklarını zanneden nadide medyamız onu düşünmeden bir stara dönüştürdü. Sabah programıyla karşımıza çıktı. Partneri magazin gazeteciliğinin duayenlerinden Şenay Düdek'ti. Programları çok ses getirdi. Kimseye çıkmayan konuklar onlara gidiyor, 'Dobra Dobra' içini açıyor, gündemi belirliyorlardı. Kısa süre sonra ihtilafa düştüler. Yolları ayrıldı. Müge Anlı'dan bir Oprah Winfrey yaratma çabası içine düşen medya, ona saatlerce süren televizyon programlarını emanet etti.
YÜKSEK REYTİNGLİ CİNAYETLERİN DEDEKTİFİ
Türkiye'de kriminal suçların ekranda tartışıldığı dönemdir bu dönem. Müge Anlı ekrana çıkar, cinayetin şifrelerini konuklarla çözmeye çalışırdı. Münevver Karabulut cinayetini lütfen hatırlayın. Yüksek ratingi nedeniyle televizyon kanallarının haber bültenlerinde dahi ilk sırayı alan bu cinayetin ardından Türkiye Münevver Karabulut'un ailesinin gözyaşlarına Müge Anlı'nın programında şahit olmuştu. Günlerce aile neredeyse stüdyoda yattı kalktı. Bir dedektif edasıyla sunucu Anlı, bu ve birçok cinayetin peşine düştü. Öyle ki zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, katilleri bulmada yardımcı olan yerli Oprah Winfrey'e teşekkürlerini sundu.
Sonra Karabulut ailesinin acılarını evire çevire verip, ratingleri patlatan Müge Anlı gün geldi, babasının psikolojisinin bozulduğunu ve artık canlı yayınlara çıkmaması gerektiğini söyledi. Bununla da gurur duydu. Oysa artık başka cinayetlerin ratingini yeme zamanı gelmişti.
Anlı şanlı magazinci, günümüzün sorgu hakimi Müge Anlı, yaşı küçük, zorla evlendirilen kızların ailelerini hatta başı önünde konuşamayan çocuk gelinleri karşısına aldı. İstanbullu modern kadın, Türkiye'nin çözemediği sorunu işaret parmağı sürekli havada, 'Ama siz de canım' diyerek çözmek için uğraştı. Bazen ders verdi, bir annenin tecavüzcüsünden de olsa çocuğunu sevmesi gerektiğini söyledi örneğin...
IRKÇILIK SÖYLEMİ
Otobüslerle kanal kanal gezen seyirciler, ekran başında ahkam kesenler Müge Anlı'nın hayran kitlesinin başında geliyordu. 'Tatlı Sert'in tatlısını umutla bekleyen bizlerin karşısına bu kez geri dönülemez söylemle çıktı. Söylemin tarifi asla gaf olamazdı, bu düpedüz ırkçılık söylemiydi.
Peki ne dedi?
Türkiye, hafta başında Van'dan gelen kötü haberle uyandı. 7.2 şiddetinde deprem olmuştu. Çocuklar, yaşlılar, gençler, kadınlar... Yıkık binaların altında kurtarılmayı bekliyordu. Bir çocuğun fotoğrafı aynı gün gazete manşetlerinde umudun fotoğrafı olabiliyor, ertesi gün tüm Türkiye aynı çocuğa ağlıyordu. Binlerce insanın hayatı artık asla eskisi gibi olmayacaktı.
İşte toplumbilimci Müge Anlı yine en bilgiç hali ve fönlü saçlarıyla kameranın karşısına geçti, utancın nutkunu attı.
Dedi ki, 'Canımız istediği zaman boyuna taş atıyoruz. Kuş avlar gibi dağlarda vuruyoruz. Bir şey olduğu zaman hadi Mehmetçik gelsin hadi polis gelsin diyoruz. Biraz da dengeleri kuralım. Zor günlerde ah canım cicim, sonra kuş avlar gibi avlamayalım bunları. İnsanlar biraz da hadlerini bilsinler demek istiyorum.'
Türkiye'nin kanı dondu. Program yaptığı kanalın muhabiri onun yüzünden bölgede çalışamadığını söyledi. Başbakan'dan vatandaşa herkes onun lanetli söylemini bir kez daha lanetledi.
Bugün yeni bir Müge Anlı çıkmalıdır televizyon ekranlarına. Vicdanlı olmalıdır. Ve şimdiki Müge Anlı'yı onun konuklarını oturttuğu sanık sandalyesine oturtmalıdır. O, enkaz altında yardım eli bekleyen insandan daha çok muhtaçtır insana şimdi.
Umarız medyamız, onun son şöhretini rating aracı olarak kullanmaz. Ve yine umarız ki Müge Anlı bundan sonraki hayatında her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağını öğrenir.
Kim ne dedi?
Çok tepki aldı Müge Anlı. Sunucunun günah keçisi olduğunu savunanlar da oldu. Kendisi de bir açıklama yaptı ve hedef gösterildiğini söyledi, özür gibi de bir şey diledi. Peki kimler, ne yazdı?
RUHAT MENGİ: Anlı'nın kasıtlı olarak 'Türk-Kürt ayırımı' yapmak üzere konuşmayacağına inanıyorum. Herhalde onun hatasında da olayın şokunun, üzüntünün büyük payı vardır. Ve tabii canlı yayının geri dönülmezliği.. Böyle kritik günlerde ya bant yayını veya 'geciktirmeli yayınla hata denetimi' uygulaması yapılması onun için önemlidir, kanallar bunu neden ihmal ediyor anlamıyorum. 'Kırk yılda bir' ortaya çıkmış canlı yayın hatalarında hemen 'çarmıha germe' kampanyaları başlatılması da aynı derecede yanlış.
CAN ATAKLI: Anlı'ya karşı bir 'linç' kampanyası başlatıldı. Ne faşistliği kaldı, ne insanlık suçu işlediği. Kimi 'hemen işinden atılmasını' istiyor kimileri 'Çek git bu ülkeden' diyor. Anlı'nın söylediklerini beğenmedim. Ama biliyorum ki o sözleri ırkçı olduğu için söylemedi.
BARIŞ YARKADAŞ: Depremzede Van halkıyla 'Kardeşlik Köprüsü'nü güçlendirmeye çalışır ve 'bir kişi daha geceyi soğukta geçirmesin' diye uğraşırken, Müge Anlı ve onun zihniyetindekiler kardeşlik köprüsünün temeline dinamit koyuyorlar...
Koynumdaki Yılan
Müge Anlı, yine magazin gazetecisi olan Burhan Akdağ ile evliydi. Boşandılar, Akdağ, Anlı'yı anlattığı bir kitap kaleme aldı ve kitaba 'Koynumdaki Yılan' başlığını koydu. Akdağ, kitabı 'acılı, kızını görmek isteyen bir babanın kimi zaman öfkeli kimi zaman hüzünlü direnişi' sözleriyle ifade etti. Burhan Akdağ, eski eşini sosyal paylaşım sitesi facebook'tan da anlatıyordu: 'Kendi aldığım eve girdiğim söylenerek 'Hırsız!' dendi. Uygulamadığım bir şiddet için şikayet edildim, karakollarda terörist veya katil muamelesi yapılıp kelepçe takıldı. Boşanmıyorum diye durmadı bana 'Çeteci!' dedi. Kızımı görmek için icra dairelerinin kapılarında saatlerce bekledim.. Hukuki olarak kızımı ayda iki kez pazar günü sabahtan akşama kadar, yılda bir kez de on gün görebilme iznim olduğu halde ıvır zıvır gerekçelerle kızım benden uzaklaştırıldı.'
SAVUNMA ZAMANI!
Bu kitabı her ne kadar eski eş Burhan Akdağ yazmış olsa da, şimdi yüreği yumuşamış, öfkesini zamana gömmüş olacak ki, zor zamanında Müge Anlı'yı savunur oldu. Akdağ, yazdığı yazıda, 'Hepimiz bir gün çizmeyi aşabiliriz' diyor ve hepimiz bir gün günah keçisi ilan edilebiliriz. Akdağ devam ediyor, 'Müge Anlı, düşünüldüğü ve yaftalandığı tarzda bir insan olmuş olsa, bölgede kendi adına bölge insanı için, 'o çocuklar' için 'Ödev Evleri' yaptırır mıydı? Sorarlar adama, siz bugüne kadar ne yaptınız da, böylesi bir linç girişiminde kendinizi haklı görebiliyor ve bundan prim yapmaya çalışıyorsunuz?
Ekrandaki unutulmaz gaflar
l Van'da meydana gelen 7,2'lik depremin ardından Habertürk'te canlı yayın yapan Duygu Canbaş'ın gafı programa damgasını vurdu. Spiker Duygu Canbaş, canlı yayında depremle ilgili bilgileri paylaşırken 'Deprem her ne kadar Van'da da olsa hepimiz üzüldük' dedi. Canbaş sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyledi ve özür diledi.
l 1995 yılında 'Turnike' adlı programı sunan Güner Ümit canlı yayında 'Yoksa siz Kızılbaş mısınız?' demiş ve Alevilerden gelen tepkiler nedeniyle ekranlara veda etmek zorunda kalmıştı.
l İzdivaç programını sunan Zuhal Topal'ın 42 yaşındaki talibini kabul etmeyen 82 yaşındaki Rahmi Bey'e 'Sen erkek olarak 42 yaşındaki bir bayana nasıl hayır diyorsun?' diye sordu. Rahmi Bey, 'Kızım ben Kızılbaş mıyım?' şeklinde cevap verince stüdyoda soğuk rüzgarlar esti. Canlı yayın konusunda tecrübesiz olan Zuhal Topal susup kalınca, reji reklama girmek zorunda kaldı. Reklamdan sonra Zuhal Topal, 'Canlı yayın bu, istemeden insanlar ağzından bazı yanlış şeyler kaçırabiliyor. Onun yaşlılığına ve heyecanına verelim. Onun adına özür diliyorum. Kendisi de özür diliyor. Seyircilerimiz haklarını helal etsinler... Böyle bir hata oldu. Rahmi Bey de çok üzüldü. Haklarınızı helal edin diyorum ve özür diliyoruz' açıklamasını yaptı.  Star TV program devam ederken alt yazı geçmeye başladı: 'Konuğumuzun ağzından çıkan yanlış sözden dolayı seyircilerimizden özür diliyoruz'
l Kanal D muhabiri Özay Erad, İstanbul-Şile'ye bağlı Oruçoğlu köyünde bayram ziyareti için gittiği yerde 3 yaşındaki bebeğini kaybeden anneyle canlı yayın röportajı yaptı. Çocuğunu kaybeden annenin yaşadığı dramı ekrana getiren haber inanılmaz bir son dakika rezaletiyle adeta skandala dönüştü. Muhabir, anneye bir son dakika haber geldiğini söyleyerek 'kara haber'in ipuçlarını verdi. Annenin diğer çocuğunu yayının yapıldığı odadan çıkartan muhabir, köylülerin bir çocuk cesedi bulduğunu söyledi. Haberin şokuyla neye uğradığını şaşıran acılı anne adeta sinir krizi geçirirken, muhabir haberi yanlış verdiğini söyleyerek izleyenleri hayretler içinde bıraktı. Aldığı ölüm haberiyle çılgına dönen anneyi kontrol edemeyen muhabir, 'son dakika haberi yanlış gelmiş, çocuk cesedi bulunmamış, çocuk sesi duyulmuş' dedi. Kanal D rejisi skandal canlı bağlantıyı keserek stüdyoya döndü bültene ve sıradaki haberle devam edildi.
l TRT, Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca'yı Kozmik Oda'da ağırladı! Ağca'ya, İpekçi cinayeti ve arkasındakilerle ilgili soru sorulmadı. Sunucu Papa suikastı ile ilgili sorular sorarken Ağca'yı 'Yasalar karşısında suçsuz' ilan etti.
l Çarkıfelek programında Erzincan'la yapılan canlı yayın sırasında bağlantının kesilerek ekranın aniden kararması üzerine program sunucusu Mehmet Ali Erbil'in 'Mum söndü mü yapıyoruz burada?' ifadesini kullanmasına Aleviler tepki gösterdi. Kanal, programı yayından kaldırdı. Mehmet Ali Erbil'in eski şöhretinden eser kalmadı.

25 Ekim 2011 Salı

RUH ÜŞÜMESİ

Bak işte bu olmadı Yunus...
 
 
 
 
 
 
 
 
Bir haber düşer ülkenin gündemine
Yüreğinin tam orta yerine oturur yumru...
Gencecik çocukların yüzleri belirir ekranda
Çocuğu olacaktı, eşi hamileydi der spiker
Ya da babasına “İşim var baba, seni arayacağım” dedi
Ama arayamadı…
Terhisine üç gün kalanlar vardır aralarında,
Gariban, yıkık dökük taş evlerinden yükselir ağıtlar.
Sen ağlarsın, Türkiye ağlar…

Sonra bir sabah sen yine sırça köşkünde oturmuş kahvaltını ediyorken
Bir haber daha düşer ülkenin ve senin yüreğine…
Geceden sabaha, bir sonraki güne ve önümüzdeki yıllara kalacak bir acıdır onun adı.
Deprem…
7.2 şiddetinde bir yok oluş.
Yer Van…
Binaların hemen hepsi çökmüş.
En çok öğretmenler ölmüş.
Bir de Yunus var. Omzunda bir ölünün bembeyaz eli, dışarıya bakıyor.
Deklanşör yakalamış. Yunus sapasağlam duruyor.
Tam diyorsun kurtulmuş işte…
Yok diyorlar “Ölmüş Yunus”…
Nasıl olur…
Sabah haber toplantısı…
Herkesin gözü yaşlı.
İşin kötüsü bir tek Sabah gazetesi vermiş öldüğünü Yunus’un…
Yanılmış olmasını diliyorsun ama ıııh , Yunus dayanamamış…
Küçücük bedeniyle, sırtında bir bina taşırken vakur bir bakış atmış objektife
Sonra o binanın ezdiği bedenine yenik düşmüş.

14 aylık bir Azra bebek…
Annesinin kucağına verilmiş nihayet.
Yaşlı bir adam, elinde onlarca ekmek, gözünde yaş…
1999 depreminin simge fotoğrafının neredeyse aynısı.

Uykuların kaçıyor
Sen uyumaya çalışırken sıcacık yatağında
Hava durumu akşama Van’a kar geleceğini duyuruyor
Battaniyene ve sonuna kadar açık kaloriferine rağmen üşümeye
Hatta donmaya başlıyorsun
İşte buna ruh üşümesi diyorlar.
Gitmek istiyorsun, gidemiyorsun…

BUGÜN VAN'A YARIN İSTANBUL'A! DEPREMİ UNUTMA, YARDIMINI ESİRGEME!