28 Ekim 2011 Cuma

MÜGE ANLI'NIN ENKAZINI KİM KALDIRACAK?




'Kimse kusura bakmasın'... Sosyolog, psikolog, toplum bilimci, sorgu hakimi ve aynı zamanda avukat olan Müge Anlı'nın programında en çok kullandığı cümle bu... Sen de kusura bakma Müge Anlı, biliyoruz bir Müge Anlı kolay yetişmiyor! Ama buraya kadarmış...

Bir röportajında Müge Anlı'ya soruyorlar. 'Bir kız çocuğuna acımasızca babasının üvey olduğunu söylemişsiniz. Sizi suçlayanlara neden cevap vermediniz?' Cevap şu: 'Bazı insanlar konuşurlar, bazı insanlar konuşulur. Ben konuşulmayı tercih ediyorum.' Müge Anlı bugün düştüğü durumdan rahatsız mıdır sizce?
Onu ilk tanıdığımızda saçlarıyla dikkatimizi çekmişti. Beline kadar, gerçekten de güzel saçları vardır/ hala da var. Magazin muhabiriydi. İşini de iyi yapıyordu. Zira işini iyi yapanların her işi yapacaklarını zanneden nadide medyamız onu düşünmeden bir stara dönüştürdü. Sabah programıyla karşımıza çıktı. Partneri magazin gazeteciliğinin duayenlerinden Şenay Düdek'ti. Programları çok ses getirdi. Kimseye çıkmayan konuklar onlara gidiyor, 'Dobra Dobra' içini açıyor, gündemi belirliyorlardı. Kısa süre sonra ihtilafa düştüler. Yolları ayrıldı. Müge Anlı'dan bir Oprah Winfrey yaratma çabası içine düşen medya, ona saatlerce süren televizyon programlarını emanet etti.
YÜKSEK REYTİNGLİ CİNAYETLERİN DEDEKTİFİ
Türkiye'de kriminal suçların ekranda tartışıldığı dönemdir bu dönem. Müge Anlı ekrana çıkar, cinayetin şifrelerini konuklarla çözmeye çalışırdı. Münevver Karabulut cinayetini lütfen hatırlayın. Yüksek ratingi nedeniyle televizyon kanallarının haber bültenlerinde dahi ilk sırayı alan bu cinayetin ardından Türkiye Münevver Karabulut'un ailesinin gözyaşlarına Müge Anlı'nın programında şahit olmuştu. Günlerce aile neredeyse stüdyoda yattı kalktı. Bir dedektif edasıyla sunucu Anlı, bu ve birçok cinayetin peşine düştü. Öyle ki zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, katilleri bulmada yardımcı olan yerli Oprah Winfrey'e teşekkürlerini sundu.
Sonra Karabulut ailesinin acılarını evire çevire verip, ratingleri patlatan Müge Anlı gün geldi, babasının psikolojisinin bozulduğunu ve artık canlı yayınlara çıkmaması gerektiğini söyledi. Bununla da gurur duydu. Oysa artık başka cinayetlerin ratingini yeme zamanı gelmişti.
Anlı şanlı magazinci, günümüzün sorgu hakimi Müge Anlı, yaşı küçük, zorla evlendirilen kızların ailelerini hatta başı önünde konuşamayan çocuk gelinleri karşısına aldı. İstanbullu modern kadın, Türkiye'nin çözemediği sorunu işaret parmağı sürekli havada, 'Ama siz de canım' diyerek çözmek için uğraştı. Bazen ders verdi, bir annenin tecavüzcüsünden de olsa çocuğunu sevmesi gerektiğini söyledi örneğin...
IRKÇILIK SÖYLEMİ
Otobüslerle kanal kanal gezen seyirciler, ekran başında ahkam kesenler Müge Anlı'nın hayran kitlesinin başında geliyordu. 'Tatlı Sert'in tatlısını umutla bekleyen bizlerin karşısına bu kez geri dönülemez söylemle çıktı. Söylemin tarifi asla gaf olamazdı, bu düpedüz ırkçılık söylemiydi.
Peki ne dedi?
Türkiye, hafta başında Van'dan gelen kötü haberle uyandı. 7.2 şiddetinde deprem olmuştu. Çocuklar, yaşlılar, gençler, kadınlar... Yıkık binaların altında kurtarılmayı bekliyordu. Bir çocuğun fotoğrafı aynı gün gazete manşetlerinde umudun fotoğrafı olabiliyor, ertesi gün tüm Türkiye aynı çocuğa ağlıyordu. Binlerce insanın hayatı artık asla eskisi gibi olmayacaktı.
İşte toplumbilimci Müge Anlı yine en bilgiç hali ve fönlü saçlarıyla kameranın karşısına geçti, utancın nutkunu attı.
Dedi ki, 'Canımız istediği zaman boyuna taş atıyoruz. Kuş avlar gibi dağlarda vuruyoruz. Bir şey olduğu zaman hadi Mehmetçik gelsin hadi polis gelsin diyoruz. Biraz da dengeleri kuralım. Zor günlerde ah canım cicim, sonra kuş avlar gibi avlamayalım bunları. İnsanlar biraz da hadlerini bilsinler demek istiyorum.'
Türkiye'nin kanı dondu. Program yaptığı kanalın muhabiri onun yüzünden bölgede çalışamadığını söyledi. Başbakan'dan vatandaşa herkes onun lanetli söylemini bir kez daha lanetledi.
Bugün yeni bir Müge Anlı çıkmalıdır televizyon ekranlarına. Vicdanlı olmalıdır. Ve şimdiki Müge Anlı'yı onun konuklarını oturttuğu sanık sandalyesine oturtmalıdır. O, enkaz altında yardım eli bekleyen insandan daha çok muhtaçtır insana şimdi.
Umarız medyamız, onun son şöhretini rating aracı olarak kullanmaz. Ve yine umarız ki Müge Anlı bundan sonraki hayatında her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağını öğrenir.
Kim ne dedi?
Çok tepki aldı Müge Anlı. Sunucunun günah keçisi olduğunu savunanlar da oldu. Kendisi de bir açıklama yaptı ve hedef gösterildiğini söyledi, özür gibi de bir şey diledi. Peki kimler, ne yazdı?
RUHAT MENGİ: Anlı'nın kasıtlı olarak 'Türk-Kürt ayırımı' yapmak üzere konuşmayacağına inanıyorum. Herhalde onun hatasında da olayın şokunun, üzüntünün büyük payı vardır. Ve tabii canlı yayının geri dönülmezliği.. Böyle kritik günlerde ya bant yayını veya 'geciktirmeli yayınla hata denetimi' uygulaması yapılması onun için önemlidir, kanallar bunu neden ihmal ediyor anlamıyorum. 'Kırk yılda bir' ortaya çıkmış canlı yayın hatalarında hemen 'çarmıha germe' kampanyaları başlatılması da aynı derecede yanlış.
CAN ATAKLI: Anlı'ya karşı bir 'linç' kampanyası başlatıldı. Ne faşistliği kaldı, ne insanlık suçu işlediği. Kimi 'hemen işinden atılmasını' istiyor kimileri 'Çek git bu ülkeden' diyor. Anlı'nın söylediklerini beğenmedim. Ama biliyorum ki o sözleri ırkçı olduğu için söylemedi.
BARIŞ YARKADAŞ: Depremzede Van halkıyla 'Kardeşlik Köprüsü'nü güçlendirmeye çalışır ve 'bir kişi daha geceyi soğukta geçirmesin' diye uğraşırken, Müge Anlı ve onun zihniyetindekiler kardeşlik köprüsünün temeline dinamit koyuyorlar...
Koynumdaki Yılan
Müge Anlı, yine magazin gazetecisi olan Burhan Akdağ ile evliydi. Boşandılar, Akdağ, Anlı'yı anlattığı bir kitap kaleme aldı ve kitaba 'Koynumdaki Yılan' başlığını koydu. Akdağ, kitabı 'acılı, kızını görmek isteyen bir babanın kimi zaman öfkeli kimi zaman hüzünlü direnişi' sözleriyle ifade etti. Burhan Akdağ, eski eşini sosyal paylaşım sitesi facebook'tan da anlatıyordu: 'Kendi aldığım eve girdiğim söylenerek 'Hırsız!' dendi. Uygulamadığım bir şiddet için şikayet edildim, karakollarda terörist veya katil muamelesi yapılıp kelepçe takıldı. Boşanmıyorum diye durmadı bana 'Çeteci!' dedi. Kızımı görmek için icra dairelerinin kapılarında saatlerce bekledim.. Hukuki olarak kızımı ayda iki kez pazar günü sabahtan akşama kadar, yılda bir kez de on gün görebilme iznim olduğu halde ıvır zıvır gerekçelerle kızım benden uzaklaştırıldı.'
SAVUNMA ZAMANI!
Bu kitabı her ne kadar eski eş Burhan Akdağ yazmış olsa da, şimdi yüreği yumuşamış, öfkesini zamana gömmüş olacak ki, zor zamanında Müge Anlı'yı savunur oldu. Akdağ, yazdığı yazıda, 'Hepimiz bir gün çizmeyi aşabiliriz' diyor ve hepimiz bir gün günah keçisi ilan edilebiliriz. Akdağ devam ediyor, 'Müge Anlı, düşünüldüğü ve yaftalandığı tarzda bir insan olmuş olsa, bölgede kendi adına bölge insanı için, 'o çocuklar' için 'Ödev Evleri' yaptırır mıydı? Sorarlar adama, siz bugüne kadar ne yaptınız da, böylesi bir linç girişiminde kendinizi haklı görebiliyor ve bundan prim yapmaya çalışıyorsunuz?
Ekrandaki unutulmaz gaflar
l Van'da meydana gelen 7,2'lik depremin ardından Habertürk'te canlı yayın yapan Duygu Canbaş'ın gafı programa damgasını vurdu. Spiker Duygu Canbaş, canlı yayında depremle ilgili bilgileri paylaşırken 'Deprem her ne kadar Van'da da olsa hepimiz üzüldük' dedi. Canbaş sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyledi ve özür diledi.
l 1995 yılında 'Turnike' adlı programı sunan Güner Ümit canlı yayında 'Yoksa siz Kızılbaş mısınız?' demiş ve Alevilerden gelen tepkiler nedeniyle ekranlara veda etmek zorunda kalmıştı.
l İzdivaç programını sunan Zuhal Topal'ın 42 yaşındaki talibini kabul etmeyen 82 yaşındaki Rahmi Bey'e 'Sen erkek olarak 42 yaşındaki bir bayana nasıl hayır diyorsun?' diye sordu. Rahmi Bey, 'Kızım ben Kızılbaş mıyım?' şeklinde cevap verince stüdyoda soğuk rüzgarlar esti. Canlı yayın konusunda tecrübesiz olan Zuhal Topal susup kalınca, reji reklama girmek zorunda kaldı. Reklamdan sonra Zuhal Topal, 'Canlı yayın bu, istemeden insanlar ağzından bazı yanlış şeyler kaçırabiliyor. Onun yaşlılığına ve heyecanına verelim. Onun adına özür diliyorum. Kendisi de özür diliyor. Seyircilerimiz haklarını helal etsinler... Böyle bir hata oldu. Rahmi Bey de çok üzüldü. Haklarınızı helal edin diyorum ve özür diliyoruz' açıklamasını yaptı.  Star TV program devam ederken alt yazı geçmeye başladı: 'Konuğumuzun ağzından çıkan yanlış sözden dolayı seyircilerimizden özür diliyoruz'
l Kanal D muhabiri Özay Erad, İstanbul-Şile'ye bağlı Oruçoğlu köyünde bayram ziyareti için gittiği yerde 3 yaşındaki bebeğini kaybeden anneyle canlı yayın röportajı yaptı. Çocuğunu kaybeden annenin yaşadığı dramı ekrana getiren haber inanılmaz bir son dakika rezaletiyle adeta skandala dönüştü. Muhabir, anneye bir son dakika haber geldiğini söyleyerek 'kara haber'in ipuçlarını verdi. Annenin diğer çocuğunu yayının yapıldığı odadan çıkartan muhabir, köylülerin bir çocuk cesedi bulduğunu söyledi. Haberin şokuyla neye uğradığını şaşıran acılı anne adeta sinir krizi geçirirken, muhabir haberi yanlış verdiğini söyleyerek izleyenleri hayretler içinde bıraktı. Aldığı ölüm haberiyle çılgına dönen anneyi kontrol edemeyen muhabir, 'son dakika haberi yanlış gelmiş, çocuk cesedi bulunmamış, çocuk sesi duyulmuş' dedi. Kanal D rejisi skandal canlı bağlantıyı keserek stüdyoya döndü bültene ve sıradaki haberle devam edildi.
l TRT, Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca'yı Kozmik Oda'da ağırladı! Ağca'ya, İpekçi cinayeti ve arkasındakilerle ilgili soru sorulmadı. Sunucu Papa suikastı ile ilgili sorular sorarken Ağca'yı 'Yasalar karşısında suçsuz' ilan etti.
l Çarkıfelek programında Erzincan'la yapılan canlı yayın sırasında bağlantının kesilerek ekranın aniden kararması üzerine program sunucusu Mehmet Ali Erbil'in 'Mum söndü mü yapıyoruz burada?' ifadesini kullanmasına Aleviler tepki gösterdi. Kanal, programı yayından kaldırdı. Mehmet Ali Erbil'in eski şöhretinden eser kalmadı.

25 Ekim 2011 Salı

RUH ÜŞÜMESİ

Bak işte bu olmadı Yunus...
 
 
 
 
 
 
 
 
Bir haber düşer ülkenin gündemine
Yüreğinin tam orta yerine oturur yumru...
Gencecik çocukların yüzleri belirir ekranda
Çocuğu olacaktı, eşi hamileydi der spiker
Ya da babasına “İşim var baba, seni arayacağım” dedi
Ama arayamadı…
Terhisine üç gün kalanlar vardır aralarında,
Gariban, yıkık dökük taş evlerinden yükselir ağıtlar.
Sen ağlarsın, Türkiye ağlar…

Sonra bir sabah sen yine sırça köşkünde oturmuş kahvaltını ediyorken
Bir haber daha düşer ülkenin ve senin yüreğine…
Geceden sabaha, bir sonraki güne ve önümüzdeki yıllara kalacak bir acıdır onun adı.
Deprem…
7.2 şiddetinde bir yok oluş.
Yer Van…
Binaların hemen hepsi çökmüş.
En çok öğretmenler ölmüş.
Bir de Yunus var. Omzunda bir ölünün bembeyaz eli, dışarıya bakıyor.
Deklanşör yakalamış. Yunus sapasağlam duruyor.
Tam diyorsun kurtulmuş işte…
Yok diyorlar “Ölmüş Yunus”…
Nasıl olur…
Sabah haber toplantısı…
Herkesin gözü yaşlı.
İşin kötüsü bir tek Sabah gazetesi vermiş öldüğünü Yunus’un…
Yanılmış olmasını diliyorsun ama ıııh , Yunus dayanamamış…
Küçücük bedeniyle, sırtında bir bina taşırken vakur bir bakış atmış objektife
Sonra o binanın ezdiği bedenine yenik düşmüş.

14 aylık bir Azra bebek…
Annesinin kucağına verilmiş nihayet.
Yaşlı bir adam, elinde onlarca ekmek, gözünde yaş…
1999 depreminin simge fotoğrafının neredeyse aynısı.

Uykuların kaçıyor
Sen uyumaya çalışırken sıcacık yatağında
Hava durumu akşama Van’a kar geleceğini duyuruyor
Battaniyene ve sonuna kadar açık kaloriferine rağmen üşümeye
Hatta donmaya başlıyorsun
İşte buna ruh üşümesi diyorlar.
Gitmek istiyorsun, gidemiyorsun…

BUGÜN VAN'A YARIN İSTANBUL'A! DEPREMİ UNUTMA, YARDIMINI ESİRGEME!

NE OLUR YAŞA AZRA BEBEK!

23 Ekim 2011 Pazar

KALEM SUSMAZ! YETER Kİ YÜREK SOLMASIN

İpek Özbey
ipek.ozbey@aksam.com.tr
Mustafa Mutlu, Vatan Gazetesi'ndeki yazılarını sürdürüyor. Aynı zamanda bugünlerde yeni kitabının da heyecanını yaşıyor. Kitabın adı 'Sonra Hayat Yeniden Başlar'... Bir roman ama içinden Ergenekon da geçiyor, Türkan Saylan da...  Mutlu'yla kitabı için buluştuk ama gündem o kadar yoğundu ki konuşmadan geçemedik.

- Hakkari saldırısının olduğu gün bir yazı yazdınız ve dediniz ki 'yapılacak tek şey nefsi müdafaa'. Kara harekatı başlatıldı. Nefsi müdafaa bu muydu sizin için?Bu yıllardır yapılıyor. 30 yıldır bize saldırıdan sonra Kuzey Irak'a gidip bombalıyoruz, üç beş kişiyi öldürdük diye açıklama yapıyoruz ya da kara harekatı yapıp sonra Amerika biraz şarlayınca geri dönüyoruz. Benim kast ettiğim bu değil.

- Ne peki?Öyle bir noktadayız ki ülkenin bir tarafında hayat durma noktasında. Anayasa'da bu gibi durumları tarif eden iki madde var, olağanüstü hal ya da sıkıyönetim hali. Biz Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de bunun çok farkında değiliz, sadece şehit cenazelerinde hissediyoruz ama orada hayat artık böyle yaşanıyor. Orada ciddi bir kalkışma, ciddi bir savaş hali var. Karşınızdaki düşman bir ülke değil, bir terör örgütü. Devletle çarpışırken savaşın kuralları vardır, terör örgütüyle savaşırken yoktur. Bu yüzden durmadan zaiyat verirsiniz. Her seferinde zayiat ikiye katlanıyor. Ben bu durumda Anayasa'da yer alan maddelerin uygulanmamasını görevi ihmal olarak görüyorum.

- MHP'nin olağanüstü hal çağrısını doğru buluyorsunuz yani?Onu bile yetersiz buluyorum.

- Olağanüstü hal Türkiye'de denenmiş bir şey. Çok mu başarılı oldu ki bunu yeniden uygulamaya koyalım?Olağanüstü hal ya da sıkıyönetim halinde yapılabilecek şeyler yasalarda yazılı. Örneğin askerin kontrolü, aramalar, denetimler daha yaygın yapılabiliyor. Orada canlarını ortaya koyan insanlar yolda yürüyen iki kişiyi çevirip kimlik bile soramıyorlar. Teröristlerin girdikleri evin arama iznini çıkarana kadar teröristler başka yere gidiyor. Güvenlik güçlerinin elindeki yetkiler demokratikleşme adı altında elinde alındı.

GÜVENLİK GÜÇLERİNE 'GİT ÖL' DEMEK HAKSIZLIK
- Demokratikleşmeyi desteklemiyor musunuz?
Elbette destekliyorum ama bölge şartları için geçerli değil. Terör pasif haldeyken, harekete geçmeden yakasına yapışılmalı. Ben bunun yapılabildiğini düşünmüyorum. Oradaki güvenlik güçlerine sadece 'Git, öl' demek çok büyük haksızlık.

- Habur'un yıldönümünde ya da Cumhurbaşkanı'nın ziyaretinin beş gün sonrasında bu saldırının olmasını nasıl okumalıyız?Başbakan diyor ki, 'Tam Anayasa çalışmalarının başladığı gün bunun yapılması manidardır.' Muhalefet de, 'Tam Anayasa çalışmalarının başladığı gün bunun yapılması manidardır, bu terör örgütüyle iktidarın dayanışmasıdır' diyor. Yani nereden baktığınıza bağlı. Ben komplo teorileriyle ilgili değilim, ilgi olduğum tek şey terör gerçeği. Devletin nasıl mücadele edeceğine karar vermesi gerekiyor.

- Ve bunun için tek yol silah mı?Elinde silah olan insanla barış yapılmaz. En son BASK örgütüyle gelinen noktayı biliyorsunuz. Yıllardır süren bir mücadele var ve dünyanın en kanlı örgütlerinden biri barış için silahı bırakma kararı alıyor. Birileri namluyu size çevirmişken, 'Gel barışalım' derseniz bu sadece bir zaafın göstergesidir. Durmadan kendinizden bir şeyler verirsiniz. Tamam, çocuklarımız ölmesin, kendimizden verelim ama Güneydoğu'yu verdiniz, yetineceğini mi zannediyorsunuz. Siz hiç 'İstanbul'un da yarısını istiyoruz, İstanbul'u da size bırakmayacağız' diyenleri duymadınız mı? Vermenin sonu yok, önce silahı bırakacaklar.
Belli bazı çevreler Kürt televizyonu, Kürtçe dil istediklerinde ne dediler, 'Bunlar demokratik talepler, bunlar toplumsal barışa kavuşturur.' E ne oldu, Kürtçe TV, Kürtçe halledildi, şimdi bölücü başının özgürlüğünü konuşur olduk, onu da halletsinler toprağı konuşmaya başlayacağız. Demokratik özerklik zaten orada belediyeler aracılığıyla var.
DEVLETİN İNTİKAMI  DEĞİL ADALETİ OLUR
- Meclis'in aldığı tavrı nasıl buluyorsunuz?
Meclis'te kapalı görüşme yapılıyor. Kapalı görüşme neden yapılır? Kritik bilgiler onu aleyhe kullanabilecek kesime ulaşmasın diye. Örneğin terör örgütüne karşı yeni bir eylem planı hazırlanacaktır, onun detayları sızmasın diye yaparsınız. Ancak bu arkadaşlar (BDP) zaten PKK'ya yakınlıklarını ilan ediyorlar. Bu gizli görüşme yıllar sonra halka açıklanacak, benim yıllar sonra haberim olacak. Ama biliyorum ki akşamüzeri Kandil'e ulaştırılacak. Peki o zaman neden kapalı yapıyorsunuz görüşmeleri? Biz demokrasicilik oynuyoruz. Sahtecilik üzerine demokrasi inşa etmeye çalışıyoruz.

- İlk açıklama Cumhurbaşkanı'ndan geldi ve ilk kez 'intikam' kelimesini kullandı. Devlet intikam alır mı?Cumhurbaşkanı iki sene önce de 'Çok yakında çok iyi şeyler olacak' demişti. Devletin intikamı olmaz, devletin adaleti olur.

- Vamık Volkan yıllar önce sorunun çözümü için konuşurken, birbirimiz için yas tutmanın önemine değinmişti. Biz yas tutabiliyor muyuz sizce?Bu çocukları biz bayrağımızı korumak için oraya gönderiyoruz. Ve onlar bu bayrak için şehit düşüyorlar. Böyle katliam gibi toplu ölümlerde bile o bayrak yarıya inmiyorsa bu onlara yapılabilecek en büyük saygısızlık.

- Peki ya yıllardır yaşanan acılar, onları görmezden mi geleceğiz?Ben sosyalist bir kültürden geliyorum. Eski solcu falan değilim, hala sosyalistim. Temel felsefemde en büyük çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Onun dışındaki örneğin dine, etnik kökene dair çelişkiler bu temel çelişkiyi unutmak ve baskılamak için büyütülen çelişkidir. Toplumlar din ve ırkçılık afyonuyla uyutuluyorlar. Türkiye'de sadece Kürtler'in ezildiğini düşünmüyorum. Emekçiler, memurlar, işsizler, köylüler ezilip sömürülüyor. Bunların hepsi haklarını aramamaları için birtakım afyonlarla uyutuluyorlar. Türkçülük-Kürtçülük afyonu da bunlardan biri. Türk ırkçılığına ne kadar karşıysam Kürt ırkçılığına da o kadar karşıyım.

- Peki, bu hükümetin yaptığı hiç mi iyi bir şey yok?Ben gazeteciyim. Hem alaylı, hem mektepliyim. Ustalarımın öğrettiği şudur: Sen gazeteciysen hayata tersten bakmalısın. Gazeteci hataları görmek zorundadır ki, o hataların da giderilmesini sağlayabilsin. Alkış tutmak gazetecinin işi değildir. Türkiye'nin her yerini duble yol yaptık. Ama zıplaya zıplaya gidiyoruz. O yollar delik deşik. Ben bunu görmek zorundayım. Bu benim görevim. Bu ülkede mutlaka iyi şeyler oluyordur, ama ben bunlarla ilgili değilim. İşkencede öğrenciler ölüyorsa, ben bu ayıbı onların suratına tükürürüm.

GAZETECİLER TOPLUMA İHANET ETMEMELİ
- Liboş anchorman'ler... Yazınızda böyle diyorsunuz, kim onlar?
Zamanında gidip Apo'yla röportaj yapıp, onun propagandasına katkıda bulunanlar, daha türban meselesi kamuoyunun gündeminde yokken, baş örtüsü özgürlüğünü tartışmaya açanlar, türbanlı kadınları her gece ekran ekran dolaştıranlar. O anchorman'lerin hepsi bugün gelinen karmaşada çok büyük günah sahibidir.

- Onların bugün bir şeylerin farkına vardıklarını söylüyorsunuz?Evet, kendileri söylüyorlar. Demek vererek çözülmesinden onlar da umudunu kestiler ki artık savaş diyorlar.

- 'Liboş anchorman' diyorsunuz. Sizin gibi düşünmeyenlerin fikirlerine neden saygı duymuyorsunuz?Bu insanların ne düşündükleri benim için hiç önemli değil ama gazeteci olarak mesleğinizi icra ederken, toplumu kendi düşünceniz yönünde ve gerçekleri bir kenara bırakarak yönlendirirseniz bu mesleğe de ihanet edersiniz. Bana sorduğunuz soruyu onlara da şöyle sormalısınız o zaman, 'Bu ülkede hiç mi kötü bir şey olmuyor?' Bir kere de çık bir şeyi eleştir arkadaş. Bunu liboş anchorman'lik olarak görüyorum.

- Peki bu muhalif tavrınızı Ergenekon'da da işletiyor musunuz, buradaki 'yanlış'a da odaklandınız mı?Tabii ki. Ergenekon Davası'nda yargılananların tümünün temiz olduğunu söylemiyorum. 50 senedir 'Bu ülkede derin devlet çok kirli işler yapmıştır' diyoruz. Ama siz kalkıp da o insanların yanına hayatlarını bu insanlarla mücadeleye adamış Mustafa Balbay'ları, Tuncay Özkan'ları, Nedim Şener'i, Ahmet Şık'ı nasıl koyarsınız? Bugünkü Ergenekon soruşturması derin devleti legalize etmektir.

- Siz birgün benim de başıma gelirse diye bir korku yaşadınız mı?Hayır, hiç yaşamadım. Böyle bir talihsizlik başımıza gelmez mi, gelebilir. Bu ülkede her şey oluyor.

- Ya bir gün size yazdırmazlarsa?Silivri, Türkiye ve dünyanın en büyük yayınevi. Oraya tıkılıp da susan var mı? Herkes takır takır kitap yazıyor. Kalem susmaz, yeter ki yürek solmasın.

- Hiç susturulmaya çalışıldınız mı?Tabii ki baskılar altında kaldım. Hakkımda açılan davalar, patronlarıma kesilen vergi cezaları, özel konuşmalardaki siyasilerin hakkımdaki telkinleri.
Objektif bir gazeteci ve hayalperest bir romancı...
- Kitabınızın önsözünü yine Zülfü Livaneli yazmış. Sizin için nasıl bir önemi var bunun?Zülfü Ağabey çocukluk idolüm benim. 10 yıldır yan yana odalarda oturuyoruz. Yaşama biçimi, hümanistliğiyle gerçekten çok saygı duyduğum bir isim.

- Size bu kitap olmamış deseydi... 
Ya o önsözle yayınlardım ya da yayınlamaktan vazgeçerdim.

- Önsözünde, 'Bu kitap, doğumdan mutluluk çıkaranla, ölümden mutluluk çıkaranların çarpıklığını anlatıyor' diyor. Kim ölümden mutsuzluk çıkaran?Çevrende yok mu? Bugün 24 askerimizin ölümünden mutluluk çıkaran yok mu?

- Kitapta ailenin ölen babasından bahsediyorsunuz. Emekli olduktan sonra Atatürk'ün koruma polisi olarak kart bastırıyor kendine... Atatürk döneminin öğretmenlerinin, polislerinin, devlet memurlarının çok önemli bir özellikleri var. Bu insanlar sadece ve sadece devlete hizmet ilkesiyle yaşadılar. İmtiyaz istemediler. Benim babam da bir öğretmendi. Ben o adamı çok iyi tanıyorum.

- Hasan Nişancı polis, Nazım Hikmet'i gözaltına almaya gidiyor. Orada, 'Ben de komünistim ulan' diye bağırmak istiyor. Aklıma bir şeyler geliyor ama bunu ne düşünerek yazdınız?Balyoz Davası'nda yargılanan birçok asker, askeri savcılık tarafından ya da inzibatlar tarafından lojmanlarından alındı. Komutanlarını gözaltına almaya giden askerlerin çelişkisi Hasan Nişancı'yla anlatmaya çalıştım.

- Halil, ailenin avukat oğlu. Ergenekon'la ilişkilendiriyorsunuz. Aslında bir aile içinde bütün Türkiye'nin fotoğrafını çekiyorsunuz. Bir tarafta da Hayri var. İktidarla ilişki içinde. Bizim evlerde hep neden televizyon dizileri ve futbol konuşulur. Siyasete girilmez, çünkü diğer konularda ortak dil oluşturabilir. Ancak iş siyasete gelince farklılıklar başlar. Karı-koca ayrı siyasi düşüncede olabilir ama hayatlarında siyaset yok gibi davranıp mutluluk yakalamaya çalışırlar.

- Sizin aileniz nasıl bir aileydi?Benim böyle bir ailem yoktu, bu benim uydurma ailem.

- 'Siz Türkan Saylan'a bile ölüm döşeğinde damga vurmaya kalktınız...' Bazı cümleleri karakterlerinize söyletiyorsunuz. Bu Halil'in cümlesi. Ama Hayri'nin sözleri de benden çıkıyor. Ama bana hangisi gibi düşünüyorsunuz diye sorarsanız, Halil gibi düşünüyorum.

- Bir gazeteci roman yazınca gündeme değmeden olmuyor mu? Bir gazetecinin hem objektif kalıp, mesleğini devam ettirebiliyor olması, hem de yaratıcı olup karakter ve olay üretebilmesini okurun yorumuna bırakmak istiyorum.
Haftada 600 sayfa okuyorum
- Gazeteciler, su gibi içilen romanlar yazarlar. Dili çok kullanmış olmanın avantajıdır bu.
- Haftada ortalama 600 sayfa kitap okuyorum. Kimi zaman okuyacak yeni bir şey bulamamanın sıkıntısını yaşıyorum.
- Ergenekon ile ilgili bütün kitapları okudum. Sanırım sırada Deniz Feneri'yle ilgili kitaplar var.
- Yeni bir roman ve güncel yazılarla ilgili kitap olmak üzere 2 çalışmam var.
- Şiirin öldüğüne inanmıyorum. Benim romanımda Halil şiir yazdı örneğin. Şiir yazmak için şair olmak gerekmiyor.
Ergenekon soruşturması derin devleti legalize etmektir50 SENEDİR BU ÜLKEDE DERİN DEVLET ÇOK KİRLİ İŞLER YAPMIŞTIR DİYORUZ. SİZ KALKIP O İNSANLARIN YANINA MUSTAFA BALBAY'LARI NASIL KOYARSINIZ?

SAYLAN'IN KARDEŞİ KONUŞTU

Türkan Saylan’ın kendisi gibi misyonerlikle suçlanan, evine gizli kilise yaptığı iddia edilen kardeşi Gündüz Saylan’la Akşam'dan İpek Özbey konuştu.
Özbey'in röportajı şöyle:
Bodrum’dayız. Otogardan bizi almaya gelen kişi de 10 yıl önce buraya yerleşen Türkan Saylan’ın hayattaki tek kardeşi Gündüz Saylan. Hayat dolu, esprili… Yol boyu yüzünden eksik etmediği mutluluğu, sadece ablasından bahsedilince yerini hüzne bırakıyor. Hatta gözleri yaşarıyor onun adını söylediğinde. Bizi Kızılağaç Köyü’ndeki evine götürüyor Gündüz Bey. Türkan Saylan bu eve sadece bir kez gelebilmiş. Kardeşi onun için, “Kendine vakit ayırmazdı” diyor. Oysa Gündüz Bey, ablası için bahçeye özel bir bölüm inşa etmiş. Türkan Hanım’ın en büyük düşü burada kitap yazmakmış; olmamış. ‘Türkan’ dizisinden konu açıyoruz. Gündüz Saylan, 10 yıl sonra ilk sigarasını diziyi seyrederken yakmış. Çocukluğunu ve ailesini bu dizi sayesinde yeniden yaşadığını söylüyor...

Siz de ablanız gibi Hıristiyanlığı yaymaya çalışan bir misyoner, darbeci misiniz? Aynı zamanda PKK’ya yardım ve yataklık ediyor musunuz?

Aaa tabii tabii, haberiniz yok mu sizin? Kilise yapıyordum ben bahçeye. Amacım da misyonerlikti, Hıristiyanlığı yaymaya çalışacaktım. (Gülüyor)

- Nedir kilise meselesi?

Zeytin sıktığım yeri göstereceğim size. Oraya bir depo yapacaktım. Çünkü ev bahçeli olunca, bir de üstüne ekip biçince alet edevatınız çok oluyor. Eşimle kavga ediyoruz, “hepsini ortada bırakıyorsun” diyor. Ben o depoyu yapmaya başlayınca Cihan Haber Ajansı’ndan bir muhabir oraya kilise yaptığım iddiasını ortaya koydu. Köylülere sormuş. Köylüler beni çok seviyor, “Olur mu öyle şey” demişler. Muhtara da gitmişler. En son Belediye’nin kapısını çalmışlar. Ama biliyorsunuz biz ablamla belediyeye de rüşvet veriyormuşuz! Belediyedekiler o yüzden susuyorlarmış! Ama oradan ayrılanlar ağızlarından kaçırmışlar! Sonuçta halktan bir destek bulmadı iddiaları. İmza sahte, yazı sahte. Fikri Baykal diye Ziraat Bakası eski müfettişi olan birinin imzası. Öyle biri yok.

- Çok başınız ağrıdı mı bu işlerden?

Ablam vefat ettiğinde onun anısına marketten hazır Ramazan paketleri aldım. Gittim muhtara, “Muhtar, bizim bu köyde yetim, fakir kimler varsa bana listesini yap. Onlara ablamın anısına erzak dağıtacağım” dedim. Muhtar bana liste verdi, çoğunu da ben dağıtmadım, arkadaşlar dağıttı. Vay efendim ben köylüye rüşvet veriyormuşum! Ama halk bunu kabul etmiyormuş, çünkü benim kilise yapıp, Hıristiyanlığı yaydığımı biliyorlarmış.

- Annenize dil uzatıldığında neler yaşadınız?

Hâlâ internette görüyorum. Ama ben de ablam gibi yapıyorum. İlahi adalete bırakıyorum. Ben bunu yapanlara dindar, Müslüman diyemem. Nedense ablama kin duyuyorlar. Annem, ablam doğmadan Müslüman olmuş rahmetli.

- Üstelik sizin evde Müslüman kimliği öğretilen bir kimlik değil mi?

Tabii ki. Göksu’da oturan Hafız Ahmet Bey bizim evimize din dersine gelirdi. Babam üstünde çok titizlikle dururdu. Bizi kucaklarına alıp Sakal-ı Şerif’i öptürürlerdi. Bayramları dört gözle beklerdik.

- Ablanız yaşasaydı ne için mücadele ederdi?

En çok üzüldüğü şey, 100 bin çocuğa ulaşamamaktı. Şimdi yine ona üzülürdü. Ablamın başka derdi yoktu.

DİLENCİ GİBİ DOLAŞIYORUZ

- Peki, siz onun amacına uygun hareket ediyor musunuz? ÇYDD için çalışıyor musunuz?

Bodrum’a yerleştikten sonra ilgilenmeye başladım. Ablamın çabalarının boş olmadığını anladım.

- Kaç çocuğa eğitim imkanı tanıdınız?

Valla dilenci gibi dolaşıyoruz. Ama çok iyi bir şeye hizmet ediyoruz, kimsenin kapısına gitmekten gocunmuyoruz. Kermesler düzenliyoruz. Ben burs verdim, zorla 6 arkadaşıma daha burs verdirdim. Bir de fen bilgisi dersleri veriyorum yazları dernekte. Ders araçlarını da kendi ellerimle yapıyorum, makine mühendisiyim çünkü. Bunun için de bir kulp bulanlar oldu tabii.

- Nasıl bir kulp?

Bunları ders gösteriyor diye anlatıp, Hıristiyanlığı yayıyormuşum. Alıştık bunlara artık.

TÜRBANLI HASTALARI VARDI

- Peki, Türkan Hanım hep şöyle eleştirildi. Türbanlı öğrencilere, İmam Hatiplilere burs vermedi diye. Siz nasıl bakıyorsunuz bu meseleye?

Diyelim, siz türbanlı bir öğrencisiniz. Türbanla üniversiteye girme imkanı var mıydı? O zaman ben size neden burs vereyim? Üniversiteye giremeyeceksiniz. Ablamın mantığı da buydu. Türbanlıya burs vermiyordu da, peki kaç tane türbanlı hastası vardı biliyor musunuz?

- Yani Türkan Saylan bugün yaşasaydı, üniversitelere de türbanla girilebilseydi, türbanlı öğrenciye burs verir miydi?

Hiç düşünmeden verirdi. Ablam Turhan vefat ettikten sonra, Türkan ablam bir kitaplık yaptırmış. Üzerinde de ‘Turhan Saylan’ hediyesidir yazıyor. Bana, “Sen bundan on tane alacaksın” dedi. Aldım. Götürüyorum köylere, okullara hediye ediyorum. Çamlık Köyü’ne gittim, okul kapanmış. Ben de kitaplığı camiye koydum. Harika bir imamı vardı caminin. Kitaplar istedi bizden. Ablama anlattım bunu. “Çok iyi yapmışsın, biz bunu düşünmemiştik” dedi. Ablamı dinsiz gibi anlattılar. Ama inanın din bilgisi, inancı herkesten daha iyiydi. Kimseye de ayrım göstermezdi. Bir tek bana gösterirdi.

- Nasıl yani?

Okul gereçleri imalatı yapıyordum. ÇYDD birçok okul açıyor. Benden malzeme almazdı, kayırıyor zannedilmesin diye.

- Ailenize bilerek kötülük yapıldığını düşünüyor musunuz?

Türkan ablam Ergenekon’a düşecek insan değildi, ben orada çok acı çektim. Ablam vefat ettikten sonra avukatını aradım. “Bu iftirayı temizleyelim” dedim. “Öldüğü için zaten aklanmış oldu” dediler. Ben bunu kabul edemiyorum. Allah inşallah bana ömür versin ablamın gerçekten aklandığını göreyim. Bu büyük haksızlıktı.

- Köpeği ne oldu Türkan Hanım’ın?

Maalesef ablamdan sonra o da öldü, dayanamadı.

- Bahçenizde zeytin ağacınız var, zeytin topladığınızı biliyorum. Sizin babanız zenginmiş, sonra işleri ters gitmiş. Ama yine de bir bahçeniz varmış ve oradan gelen ürünü yoksullara yollarmışsınız...

Hep bana taşıtırlardı o ürünleri. Para toplardım onlar için aynı zamanda. Annem “Bir kilo şeker al” derdi, 900 gram alıp, 100 gramının parasını biriktirirdim. Biz böyle yetiştik. Ablam okuyacaktı ya, çocuk aklımla çatıdaki çinkoları söküp leblebiciye sattım. Ona para vereyim diye. Baktılar kışın dam akıyor, çinko yok çünkü.

DİZİ AİLEMİ HAYATTA KILIYOR

- ‘Türkan’ dizisini nasıl buldunuz?

Türkan’ı oynayan Pınar, müthiş yetenekli. Ona ilk izlediğimde mail attım. “Siz gerçekten böyle biri misiniz, ablama benziyor musunuz yoksa iyi mi rol yapıyorsunuz” diye. Hemen aradı beni. Ablama hayran olduğunu anlattı. Harika bir seçim o bence.

- Perşembeyi iple çekiyor olmalısınız?

Tabii ki, tekrar bu yaştan sonra ailemi yaşıyorum. O kadar heyecan duyuyorum ki…

Aynı hayatı yine yaşamak isterdim. Çok güzel bir aileydi. Anneciğim, ablam, kardeşlerim. Şimdi tek kaldım, yalnız kaldım. Gerçi eşim var, benim hep yanımda destekçim ama ailemden kimse kalmadı. Dizi onları hayatta kılıyor.

- İlk nerede ağladınız?

Ablamın çaresizliğine ağladım. Ben ablamı çok iyi tanıyordum. Her kadın gibi ablam da bir kadındı. Onun aşkları, arzuları olmaması imkansızdı. Ama çok hassas ruhu vardı. Karakteri nasıl bir karakterse hep mücadele etti.

- Peki, şimdi izlerken şunu söyleyebiliyor musunuz? Ablam hayatta her şeyle mücadele etti, ama hiç mutlu olmadı…

Onun için yaşadıkları çaresizlik değildi. İlahi bir güç gibiydi onun gücü. Ölürken bile bir çocuğa yardımcı olmanın hesabını yapıyordu. Hem televizyona bakıp, hem proje üretiyordu hasta yatağında. İnşallah bu diziyle ablamın o yönünü bütün Türkiye görecek. Hipokrat yemini eden doktor diyorsak o ablamdır. Türkan Saylan’ın neden dizisini çekiyorsunuz diye tepkiler de geliyor tabii ama normal.

- Dizi için sizi aradılar mı?

Beni İstanbul’da misafir etmek istediler. Ben de onlara bazı anılarımı yazıp yolluyorum.

- Bu diziden sonra ne değişir?

Ablamı başkalarının cümleleriyle tanıyanlar, onun gerçek yüzünü görecekler. Cenazesinden de anlaşıldığı gibi ablam çok seviliyordu. O başkalarının mutluluğu için yaşadı. Benim isteğim, ablamın adının Lepra Hastanesi’ne verilmesi. Bence bu çoktan düşünülmeliydi. Ama yapılmadı. Buna çok üzüldüm. Ve bekliyorum, inşallah o hastaneye ablamın adı verilir. Belki bu diziden sonra yaparlar.

OKYANUS ÖTESİ DEĞİL FETHULLAH GÜLEN




 Siyasetin aktörleri, Fethullah Gülen`i eleştirseler de selam da yollasalar şifreli dil kullanıyor. Referandum sonuçlarından her iki taraf da Gülen ile ilgili pay çıkarıyor. Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce`yle referandum sonuçlarını ve `Okyanus Ötesi`ni konuştuk

Tarih 12 Eylül 2010. Türkiye sandık başında, yeni anayasasını oyluyor. Oylama bitiyor ve yeni anayasaya `evet` diyenler sandıktan zaferle çıkıyor. Başbakan Erdoğan, ikinci balkon konuşması için mikrofonun başına geçiyor. Teşekkürlerini sunuyor, herkesi kucaklayacağını ifade ediyor. Sonra bir cümleyle, `Okyanus Ötesi`ne selam yolluyor. O anda tek düşündüğüm neden Fethullah Gülen`in ismini zikretmedikleriydi. Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce`ye sordum, o da yadırgadığını anlattı. Bu konuşmadan dört gün sonra kendi yazısında da bir cümleyle bu itirazını anlattı. Gülerce`yle sadece bunu değil, PKK`nın eylemsizlik kararından sonra ne olacağını, Tayyip Erdoğan`ın doğrularını-yanlışlarını, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli`yi önümüzdeki dönemde nelerin beklediğini konuştuk.
- Deniz Baykal, `Pensilvanya`dan aldığım destek mesajlarının samimiyetine inanıyorum` dedi. Referandum sonrası Tayyip Erdoğan, Okyanus Ötesi`ne selam gönderdi. Fethullah Gülen`in bir adı varken, ona neden `Pensilvanya` ya da `Okyanus Ötesi` deniyor? Neden isminin söylenmesinden imtina ediliyor?
Benim de yadırgadığım bir şey. Hem bu işe bir gizem veriyor, bir de konuşan insanlar başbakan, ana muhalefetin eski ve yeni başkanları, Sayın Bahçeli... Sayın Gülen, gizli mesajlar vermiyor ki... Mehtap Televizyonu`nda, kendi internet sitesinde görüntülü sohbet esnasında ismen, cismen soruları cevaplıyor. Referandumla ilgili görüşünü açıklıyor. Bu kadar somut bir belge varken, gerçekten böyle Okyanus Ötesi, Pensilvanya gibi ifadeleri yakıştıramıyorum.
- Peki, niye böyle diyorlar? Meşruiyet sorunu mu var, yoksa Fethullah Gülen`in adı zikredildiğinde başka tarafa gitmesinden mi çekiniyorlar?
Bir korkuyla ilgili değil de, bizim Sayın Gülen`i sevip saydığımız, Türkiye için önemine inandığımız gibi yürekten, gönülden sahiplenme gerekiyor. Bu insan belli çevrelerin, Türkiye`de vesayet sisteminin devamını isteyenlerin bugüne kadar hedefi haline getirildi. Hatta hatırlayacaksınız 28 Şubat sürecinden itibaren kendisi hakkında suçlayıcı bazı iddialarla dava da açıldı. O dava Yargıtay Ceza Kurulu`nda beraatle sonuçlandı. Türkiye`de Ergenekon Davası devam ederken bazı çevrelerin yargısız infazlardan şikayetlerini daha yüksek söylediklerini biliyoruz ama Sayın Gülen`in hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı olmasına rağmen, yargısız infaz yapmaya devam edenler var. O, şaibeli bir insan değil ki. Açıktan ülkeye eğitim faaliyetleriyle hizmet ederken, yaptığı insani hizmetlerle dünyanın pek çok ülkesinde takdirle anılıyorken, kendi ülkesinde hala bu durumda olması tuhaf değil mi? Sayın Gülen`in kıymeti önümüzdeki dönemde daha da artacak, bir mana kazanacak. Okyanus Ötesi ve Pensilvanya ifadelerinin bir kenara bırakılması lazım.

BAŞBAKAN`INKİ BAHÇELİ VE KILÇDAROĞLU`NA ATIFTI
- Siz Fethullah Gülen ile görüştünüz mü? Bu ifadelerle ilgili bir yorumu var mı?

Ben görüşmedim. Bir yorum yapacağını da zannetmiyorum. Bu tür konulara girmek istemez. Diyor ya, `Her şeyi görmeyelim, her şeyi duymayalım.` Ama sayın Başbakan`ınki biraz da Sayın Bahçeli ve Kılıçdaroğlu`na atıftı... Espriyle cevap vermiş olabilir ama ben yine de yadırgıyorum. Fethullah Gülen böyle atıflar yapılacak, imalarla işaret edilecek bir insan değil.
- Referandumdan beklediğiniz sonuç çıktı mı?

Evet, tam da beklediğim sonuç çıktı. Endişeleri devam eden bir kesim var, onları dikkate almak lazım. Yüzde 70 gibi daha ezici bir sonuç çıksaydı, o zaman `mahvolduk` moduna girebilirdi laik kesim. Ama durum böyle değil. Şimdi her iki tarafın da empati yapması lazım. Laik kesimin içerisinde `laikçi` bir kesim var. Yine bir sürü mazeret bulmaya çalışıyorlar. İşte `Okumuş, aydın kesim ve gençler hayır dedi` gibi abuk sabuk sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Türkiye`de statükoya karşı gittikçe şuurlanan, demokratikleşmeyi çok arzulayan bir çoğunluk var. Bu çoğunluğun göbeğini kaşıyan adam olmadığı artık kabul edilmeli, bu hakaretlere son verilmelidir. Kaygıların sebebi de giderilmelidir.

ERDOĞAN, BAŞBAKAN GİBİ MUHALEFET ETMELİ
- Türkiye sahiller ve diğer bölgeler diye ikiye ayrıldı. AKP, sahilleri hangi noktada ikna edemiyor, orada neyi söyleyemiyor?

Sahil bandında AK Parti`yi hazmedememek psikolojisi hakim. Şimdi bunda bir kısım medyanın da rolü var. Dünya Basketbol Şampiyonası`ndan sonraki ödül töreninde Sayın Başbakan ve Cumhurbaşkanı`nın yuhalanması ve tepki gösterilmesini de anlamış değilim ama.
- Başbakan`ın hiç mi suçu yok?
Sayın Başbakan zaman zaman CHP`nin kökleriyle ilgili değerlendirmeler yapıyor. Özellikle İsmet İnönü`yle ilgili suçlayıcı ifadeler kullanıyor. Bunlar AK Parti Genel Başkanı olarak belki biraz idare edilebilir ama Sayın Erdoğan aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı`dır. AK Parti Genel Başkanı gibi değil, Başbakan gibi muhalefet etmesini bekliyorum.
- Referandum sonuçlarına bakıldığında iki `evet`ten birinin Tayyip Erdoğan`a gittiği belirtiliyor. Peki, neyi doğru yaptı?
Tayyip Erdoğan baştan beri iki şeyi doğru yapıyor. Siz bir parti ve onun yöneticilerini düşünün, neredeyse her iki kişiden birinin oyunu alıyorsunuz ama başınızın üzerinde Demokles`in kılıcı gibi bir kapatma tehdidi dolaşıyor. Sizin bir çıkış yolu bulmanız lazım. Anayasa Mahkemesi ve HSYK`nın yapısının değiştirilmesi bu psikolojiyle izah edilmeli. Yani yüksek yargı seçilmiş iktidarın en büyük tehdidi haline geldi. Böyle bir durumda demokrasi adına bir çıkış yolu gerekiyor. AK Parti ismi mühim değil, aynı şey yarın bir gün CHP için geçerli olabilir. Yani o yüksek yargıya gelenler CHP karşıtı insanlar da olabilir. Yüksek yargının halkın seçtiği iktidarları böyle tehdit edebilmesi demokrasilerde kabul edilebilecek bir şey değildir. Onun için burada HSYK ve Anayasa Mahkemesi`yle ilgili tavrı doğru bir tavırdı. Türkiye`de demokratikleşmeyi isteyen insanlar bu tavrı doğru okudular.
- İkincisi neydi?
İkincisi CHP, başörtüsü meselesinde sistemi kilitledi. Bugün bunu bir problem olarak Kılıçdaroğlu da kabul ediyor, `Çözeriz` diyor. Ama daha önce kendisinin de içinde olduğu 411 milletvekili, bunu Anayasa Mahkemesi`ne götürdü. Ve Anayasa Mahkemesi`nin gerekçeli kararı dehşet verici bir şeydir. İktidarın, anayasanın değiştirilemez maddelerini dolaylı bir şekilde kaldırmayı amaçladığını söyledi. Şimdi anayasada bir değişiklik yapamıyorsunuz, Anayasa Mahkemesi karşınıza çıkıyor. Dolayısıyla bunu da çözmenin tek bir yolu kalmıştı, o da kararı millete verdirmek.  Referanduma gitmek, Erdoğan`ın doğru tavrıydı ve bu doğru tavra, Türkiye`nin demokratikleşmesini isteyen insanlar destek verdi.

KILIÇDAROĞLU NET TAVIR KOYMALI
- Kılıçdaroğlu`nun türban konusunda söylediklerini samimi bulmuyor musunuz?

Ben samimi buluyorum. Fakat CHP`nin tavrını samimi bulmuyorum. Yani dikkat ederseniz Kılıçdaroğlu bu hamleyi yaptığında CHP içinden farklı sesler yükseldi. `Bu Sayın Kılıçdaroğlu`nun şahsi görüşüdür` dendi. Halbuki bir genel başkan partisini bağlayıcı konumdadır. CHP`de dini mevzularla ilgili konularda netlik yok. Bence CHP yönetiminin, başta Sayın Kılıçdaroğlu`nun yapması gereken şey, dindarlar ve CHP konusunda partinin net tavrını ortaya koymaktır. Yüzde 42 ile yüzde 58`in barışması konusunu Türkiye`nin en önemli toplumsal uzlaşması olarak görüyorum.
- Siyasi otoritelere göre Kemal Kılıçdaroğlu bu referandum sürecinde de Don Kişot`luk yaptı. CHP`de politbüro görev başında oldukça değişim ancak bu kadar rüzgar estirir kanısı hakim, siz de bu görüşte misiniz?
Ben bu soruyu Sayın Kılıçdaroğlu`nun samimiyeti için çok önemli buluyorum. Şimdi göreceğiz. Sayın Kılıçdaroğlu bir lider midir? Tavırları siyasi değil, içten gelerek mi sergilemektedir? Bu sorunun cevabında gizli. Yani Kılıçdaroğlu, eğer CHP`de söz sahibiyse politbüroya rağmen konuştuğu istikamette ilerlemesi lazım. CHP, demokratik laiklik konusunda bir hamle yapmak mecburiyetindedir. Bu hamleye Türkiye`nin de, CHP`nin de ihtiyacı var. Bir örnek vereyim. Sayın Önder Sav, peygamberimiz ve hacla ilgili alayvari şeyler söyledi. O gün CHP, Önder Sav`ı cezalandırsaydı CHP, demokratik laiklik konusunda ciddi bir adım atmış, dindar insanlarla barışma yolunda sözde değil özde bir şey yapmış olurdu. Ve bu CHP`nin çarşaflı kadınlara rozet takmasından çok daha anlamlı bulunurdu.
- MHP`ye bakalım biraz da... Bu referandumun kaybedeni ilan edildi. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz. Nerede yanlış yapıyor?
MHP`nin kuruluşuna bakıldığında milliyetçi ve muhafazakar bir söylemi vardı. `Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk` sloganlarıydı. Fakat sonra MHP yönetimi enteresan bir şekilde bu Müslümanlığı öne çıkaran milliyetçileri tasfiye etti.  Özet olarak MHP, milliyetçilikten ulusalcılığa kaydı. Mesela Sayın Bahçeli`nin en son, Sayın Gülen`e laf edecek noktaya gelmesi Türkiye`de sağ cenahta siyaset yapan insanlar arasında ilk defa görülen bir şeydir. Bunu Demirel bile yapmadı. İkinci büyük hatası, 12 Eylül`cülere yargı yolunu açan bir değişiklik geldiğinde MHP `hayır` için çalışmaya başladı ve bu `hayır`ı hiçbir şekilde izah edemedi. Çünkü 12 Eylül`de en büyük zararı gören ülkücülerdi, MHP tabanıydı. MHP, `hayır` diyerek kendisini inkar etti. Bundan sonra MHP`nin işi daha da zorlaşacak, yönetimin aleyhine işleyecektir.

ÇÖZÜM, PKK`YA BIRAKILMAYACAK
- BDP`li vekiller referandum öncesi, `13 Eylül sabahı kadar Türkiye`de 21 Eylül sabahı da önemlidir` diyerek eylemsizlik kararına dikkat çektiler. 21 Eylül sabahında ne olur?

Kürt sorununu Kürt ırkçılığı yaparak çözmenin mümkün olmadığını da önümüzdeki günlerde göreceğiz. Boykot kampanyası sorunu çözmekten çok kabadayılık gösterisine benziyor. Kendileri bulundukları yeri, konumu sağlamlaştırarak bu sorunu çözeceklerini sanıyorlar. BDP, inisiyatif ellerinden kaçacak diye rahatsız oluyor. Türkiye Kürt sorunu damgasından kurtulmadıkça dünyada kendine yakışan hamleyi yapamaz. 21 Eylül sabahı şiddetin, çatışmanın sona ermesi, Kürt sorununun demokratikleşmeyle çözülmesi gerekir.
- Genel aftan mı bahsediyorsunuz?
Bunun için genel affın çok önemli olduğunun anlaşılması gerekir. Sayın Cumhurbaşkanı`nın `Devlet her yolu dener` diye bir sözü var. Kürt sorununun çözümü PKK`ya ve BDP`ye bırakılamayacak kadar önemli bir sorundur. Bunu çözebilmek için büyük düşünmek gerekir.
- Ne kadar büyük düşünmek, muhataplık meselesi bunun içinde mi?

Bu, Öcalan`ın affı anlamına gelmiyor. `Öcalan`ın affı olmazsa çözülmez` diyenleri görelim o zaman. Elinde kan olmayan, bizim askerimize, polisimize zarar vermemiş, dağda yatmış kalkmış adama af getirilsin, ne olmuş yani.

BEN BİLE SAHAYA İNDİM
- PKK, bununla yetinir mi?

PKK`lılar kabul etmelidir ki, bu çözüm onlara bırakılmayacaktır. Ama en azından bu konuda kim mızıkçılık yapacak, onun görülmesi için hükümetin inisiyatif alması lazım. Şunu Güneydoğu halkı çok iyi biliyor; bu işin kanla çözümü yok. Silahlı Kuvvetler bünyesinde artık özel birliklere ağırlık veriliyor. Bir-iki ay eğitim almış, gariban milletin gariban evlatları değil, profesyoneller görev yapacak. O karakollar, baraka olmaktan çıkarılır. Güvenlik güçleri daha az, PKK daha fazla zarar görebilir. Anlarlar o zaman. Ama ben bunu da bir tarafa bırakıyorum. Bu konunun şiddetten uzaklaşması lazım. Güneydoğu insanı bizim insanımız. Araya kan girince, şehit cenazeleri her yere yayılınca problemin çözümü zorlaşıyor.
- Diyarbakır`dan boykota rağmen oy çıktı. Bu oyda Gülen Cemaati`nin payı var mı?
Ben cemaat açısından cevap vermek istemiyorum ama her yerde rolü var camianın. Biz canla başla çalıştık. İnandık çünkü. Ben bile sahaya indim. Hatay, İskenderun, İzmir, İstanbul, Tekirdağ, Kırklareli`nde konuştum. Gece gündüz çalışıldı. Bunun mutlaka tesiri olmuştur. Yüzdesini bilemem ama sadece Güneydoğu değil, her yerde çalışıldı.

BAŞBAKAN ADAY OLURSA AK PARTİ`NİN DURUMU NE OLACAK?
- Başkanlık sistemi iyice dillendirilmeye başlandı. Zamanı mıdır bunu konuşmanın? Sizin açınızdan Türkiye`ye ne getirir, ne götürür?

Bu konuyu tartışmamız lazım tabii. Sistemi nasıl götüreceğiz? Cumhurbaşkanı kim olacak? Sayın Erdoğan aday olacak mı, o aday olursa AK Parti`nin durumu ne olacak? Tek başına iktidara gelemezse, Erdoğan Çankaya`da olsa bile bu ne anlama gelecek? Uygulamayı görmek ve o tartışmayı o zaman yapmak lazım.

İPEK ÖZBEY
Akşam Gazetesi

1. ve 2. cumhuriyetçi kavgası kızıştı !



Yazarlar arasında devam eden 1. - 2. cumhuriyetçi tartışması iyice alevlendi.


Bir kesime göre, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet miadını doldurdu. Kemalistlere göre ise, Kemalizme şimdi her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Kendilerini 2. Cumhuriyetçi diye tanımlayanlar; Kemalizmin, Türkiye’yi tanımlayamadığını, geldiğimiz noktadan daha ileriye tanımlayamayacağını ileri sürüyor. Kendilerini ulusalcı veya Atatürkçü olarak ifade edenlerse; bulunduğumuz coğrafyada, Türk milletini bir arada tutabilecek tek ideolojinin Kemalizm olduğunu savunuyor.

1. ve 2. Cumhuriyetçi tartışması geçen hafta iyiden iyiye alevlendi. Sivil anayasa taslağıyla gündeme gelen türban ve Kemalizm düzenlemeleri tartışmalara yol açtı. 2. Cumhuriyetçiler sivil anayasaya destek verdi, ancak 1. Cumhuriyetçiler karşısında durdu. Fitili ateşleyense Hürriyet gazetesi yazarı Özdemir İnce’nin oluşturduğu 11 kişilik 2. Cumhuriyetçi takımı oldu. Sonra diğer gazetecilerin yorumları ve yeni tak›m önerileri geldi. Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesindeki köşesinde, 2. Cumhuriyetçilerin AKP’ye koşulsuz destek verdiğini ve gözlerini açmaları gerektiğini söyledi. Peki kim neyi savunuyordu? Kemalizm gerçekten ölüyor muydu? 2. Cumhuriyetçiler AKP’ye koşulsuz destek veriyor muydu? 1. ve 2. Cumhuriyetçiler Tempo’nun sorularını yanıtladı.

Özdemir İnce

Ali Cengiz oyunu var

On bir kişilik 2. Cumhuriyetçi listesini, Kıbrıs sorunu, PKK fesadı ve AB konularına göre belirledim. 1923-1945 yılları arasındaki ulusallaşma, ekonomi ve dış politika çabalarına nankörce tavırları var. İntikam duygusuyla yanıp tutuşuyorlar. Cumhuriyetle yüzleşmek yerine sabote etmeyi ortak tavır haline getirmişlerdir. Bugünkü cumhuriyet, kimilerine göre miadını doldurmuş, can çekişiyor ya da ayağı sürçmüş olabilir. Şu bir gerçek ki cumhuriyet, 1923-1950’lerin cumhuriyeti değil. Çünkü 2. Cumhuriyetçilerin ataları sayılan isimler, bu tarihten sonra yer üstüne çıktılar. Laiklik tartışılmaya başlandı. Batı’nın, AB ve ABD’nin artık laik cumhuriyete ihtiyacı olmadığı düşüncesi ortaya çıktı. Bu emperyalizmin bilinen, tarihsel taktiğidir. Şuna bakılmalı; kendilerinin ortaya çıkmak arzuları ile Batı’nın amacı arasında bir paralellik var mı, yok mu? Bana göre, eşzamanlılık ve paralellik var. Bugün bir Ali Cengiz oyunu var; AKP mi Batı’ya kazık atacak, yoksa Batı mı? Göreceğiz.


Şahin Alpay

2.Cumhuriyetçiler farklı görüşlerde

Kendimi 2. Cumhuriyetçi olarak nitelemem. Ama bu, Türkiye’de demokrasinin liberalleşmesini, özgürlükçü ve çoğulcu türden bir demokrasinin yerleşmesini savunmak anlamına geliyorsa, 2. Cumhuriyetçi olarak nitelenmekten gocunmam. Öte yandan, bu etiket altında toplanmak istenen kişilerin, çok farklı görüşlere sahip olduğu da muhakkak. ‘Kemalizm’ derken, şunu kastediyorum. 1) Devletin dini denetlemesi, din ve vicdan özgürlüğünün kısıtlanması, İslam’ın devletçe uygun görülen yorumunun kayırılması anlamında otoriter bir laiklik uygulaması. 2) Toplumda etnik ve dinsel bakımdan farklı kimliklerin ve kültürlerin varlığının inkârı, hepsinin Türk ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temsil ettiği İslam kimliği içinde eritilmesi, gayrimüslimlerin milli topluluk dışında sayılması fleklinde bir milliyetçilik anlayışı. Kemalizm’in uygulanabilirliğinin giderek daha genifl çevrelerce sorgulandığı ve kendilerini Kemalist olarak niteleyenlerin bir bölümü tarafından bile ‘muasır medeniyetin’ standartlarına uygun olarak yeniden yorumlanma ihtiyacının duyulduğu bir dönemi yaşıyoruz. AKP’ye koşulsuz destek konusuna gelince, AB’ye kat›l›m süreci içinde Türkiye’de demokrasinin liberalleşmesine, ekonomide piyasa kurallarının hakim olmasına hizmet ettiği ölçüde destek veriyorum.


Doğu Perinçek

Sosyalistim ama Kemalistim

Atatürk’le kurduğumuz cumhuriyet, 1945’e kadar sürdü, ama bu tarihten sonra karşı devrim süreci başladı. 22 Temmuz 2007 günü de aşağı yukarı tamamlanmış oldu. Hükümet, Çankaya ve Meclis’in büyük çoğunluğu 2. Cumhuriyetindir. 2. Cumhuriyet; Türklerin çözülmesi ve dağılması hedeflendiği için devletsizliği ifade ediyor. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’nin yeniden düzenlenmesi amaçlanıyor. Bunun için gerekli siyasi düzenlemeleri başardılar. Geriye sadece silahlı kuvvet kaldı. Bugün Atatürk’ün bıraktığı toplum yok, kendi toplumunu yaratıyorlar. Tarikatlar, cemaatler, etnik kimlikler ortaya çıktı. Millet bunlardan oluşan kalabalığa dönüştürülüyor. Ben ideolojik olarak sosyalistim, ama Kemalist devrimi tamamlamak, Türkiye’nin önündeki en önemli ödevdir. Bu nedenle Kemalist tanımında bulunmak yanlış olmaz. Atatürk devrimi yarım kalmıştır ve tasfiye edilmiştir, bu tamamlanmalıdır.


Mehmet Altan

Evet, Ben İkinci Cumhuriyetçiyim

İkinci Cumhuriyetçiyim, çünkü tek parti rejiminin ve zihniyetinin geride kalmasını, cumhuriyeti evrensel bir demokrasinin taçlandırmasını istiyorum... Yönetenin değil, ‘yönetilenin’ önemli olduğu bir Türkiye istiyorum. 2. Cumhuriyet ‘Demokratik Cumhuriyet’ demek. Birincisi, yani Kemalist bir Cumhuriyet, bizi geldiğimiz noktadan öteye taşıyamıyor. Ağır ve derin toplumsal sorunlarımızı ancak, Kemalist Cumhuriyet’ten gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’e geçerek çözebiliriz. Türkiye’deki köhnemiş anlayışın ve yapının yenilenmesinde, vatandaşların zenginleşip özgürleşmesinde AB’nin rolü çok önemli. AKP, dünyalaşma sürecine samimi bir şekilde katıldığı sürece; desteklememek için hiçbir sebep göremiyorum. Yeter ki yönetilenlerin yaşam standartları, AB düzeyine erişsin. Ak Parti’ye desteğimin sürmesi, onun Avrupa Birliği ve dünyalaşma konusundaki tavrına bağlı. Örneğin Ak Parti’nin ekim ayı içinde 9. Uyum yasalarını ve 301. maddenin gereğini yapıp yapmayacağı hayati önem taşıyor. Bunun yapılmaması ve savsaklanması çok çok belirleyici olacak.


Bekir Coşkun

Ben stadın dışında bir yerdeyim

Bu arkadaşların ortak özelliği; çok taraf değiştirdikleri, çok döndükleri için toplumdaki itibarlarını yitirmeleri. Bu nedenle şimdiki cumhuriyette yerleri kalmadı. Yeni bir cumhuriyet olursa belki yer buluruz umuduyla, cumhuriyeti değiştirmeye çalışıyorlar. 2. Cumhuriyette de yer bulamazlarsa bir cumhuriyet daha isteyeceklerdir. 2. Cumhuriyet bugün AKP’ye yanaşmanın, yama olmanın bir yolu. Bugünkü cumhuriyeti AKP de istemiyor, bunlar da. İnanılmaz bir işbirliği içindeler. Ayrıca AKP’ye hayranlar. Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsam, bu 11 kişiyi bir uçağa doldurup Uganda’ya falan götürürdüm, çünkü bu tip yazarlarla orada da karşılaşabilirler. Ben takım adamı değilim, hiç takıma girmedim. Bir defa beni Urfa’dayken kaleci yapmışlardı. Kale direkleri de üniformam ile çantamdı. Maç bitti benim çantam da üniformam kayboldu. Ben stadın dışında bir yerdeyim.

Etyen Mahçupyan

Demokratikleşmeye hevesli tek parti AKP

İkinci Cumhuriyetçi sözü, 90’ların ortasında şu andaki cumhuriyetin demokratikleşmesi tespitinde bir araya gelmiş insanlar tarafından ortaya kondu. Aslında bu insanlar, çok birbirine benzeyen kişiler değil. Tespitte anlaşıyorlar, ama ideolojik olarak durdukları yerde farklar var. 1. Cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil. Milliyetçilik, devletçilik gibi otoriter bir rejimi ifade eder şekilde hayata geçmiş. Böyle bir rejimin şu andaki dünyada yeri yok. İkinci bir unsur, ahlaken de böyle bir rejimin olmaması gerekiyor. Çünkü demokratik yaklaşmıyor. Şu anda Kemalizm denen şey (kendine Kemalist denilen insanların savunduğu fikirler) bugünkü dünyayı, Türkiye toplumunu taşımakta aciz kalıyor. İddia edildiği gibi AKP’ye koşulsuz destek diye bir şey söz konusu değil. Tablo şu: Türkiye’nin demokratikleşmeye ihtiyacı var, bunu taşımaya hevesli tek parti AKP. Eğer başka bir parti olsaydı onu da desteklerdik.

Tuncay Özkan

Cumhuriyetin numarası olmaz

Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in aydınlanma devrimiyle kendisini tanımlamıştır. Cumhuriyetin numarası olabilir mi? Bunlar, kaybetmiş, kendi uluslarına inanmayan, ithal fikirler getirmek için çırpınıyor. Aralarında, samimiyetle Türkiye için sentez yaratmaya çalışan bir Allah’ın kulu yok. Büyük bölümü ateist, ama işlerine geldi mi İslam’a veya AB’ye, ABD’ye, eski Marksist fikirlerine sarılıyorlar. Hangi kabın içine koyarsan şeklini alıyorlar. AKP’ye karşılığını alarak destek verdiler. Laik devletten, Türkiye’den, Türk’ten nefret ediyorlar. Biz ulusalcıyız. Bu toprağın ulusal sentezini yapmaya çalışıyoruz. Bazı kesimler Kemalizmi kendi çıkarlarına o kadar çok kullandı ki, bu nedenle kendimize Ulusalcı diyoruz.

Mehmet Ali Birand

Ben, sadece cumhuriyetçiyim

Cengiz Çandar'ın, 2.Cumhuriyetçilerin ilk 11'ine beni de almasını, değer vermek isteyen bir yaklaşım olarak telakki ettim. 2. Cumhuriyetçilerle AB'ye tam üyelik konusunda sonuna kadar aynı hedefe koşturuyoruz. Gazeteciliğim süresince, demokrasinin tam anlamıyla uygulanmasının bayraktarlığını yaptım. Bu alanlarda maç yapıldığında kendimi ister ilk 11'de, ister yedek kulübesinde görebilirim. Ancak cumhuriyet’e numara verilmesinden yana değilim. Atatürk'ün gerçekleştirdiğinden daha büyük bir değişim sağlanabileceğine, daha etkili bir cumhuriyet projesi çıkartılabileceğine de inanmıyorum. İçe kapalı, kavruk, devlete tapınan, devletin herkesi korktuğu bir cumhuriyetten değil, Atatürk'ün muasır medeniyete götürmek istediği, dünyaya açık, tüm insanı kriterleri benimseyen cumhuriyetten söz ediyorum.

Oktay Ekşi

Ulus devletten şikayetçiler

Bizim okumuş yazmışların eski bir hastalığı vardır: Kendilerini ‘aydın’ saydıkları günden itibaren, dikkat çekmeye, Atatürk’ün kusurlarını ön plana çıkarmaya çalışırlar. Kendisinin dahi olduğunu düşünen aydınlarımız, 1970’lerin ortasında, “Atatürk yanlış yaptı. Öğretmeni, imamı, devletle buluşturması lazımdı. Kalkınmayı öğretmen-imam-devlet sacayağı üzerine infla edecekti.” iddiasında bulundular. 2. Cumhuriyetçiler sadece Atatürk’ten de€il, Türk olarak dünyaya gelmiş olmaktan da sıkıntı duymaktalar. Ancak bunu çok aç›k dile getiremiyorlar. Türkiye’nin, demokratik sisteme geçifl sürecinin çok yanlış yönetildiğini ifade ederler. Aptalca bulurlar. Ulus devletten de şikâyetçiler. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel de€erleriyle gizlice kavga eden bir parti. 2. Cumhuriyetçilerle bu noktada bulunuyorlar. Ben Atatürkçüyüm.

Eser Karakaş

Proje, birinci cumhuriyeti öldürmek değil

İkinci Cumhuriyet, demokrasiye yeni yeni geçmeye başlayan 1. Cumhuriyet kavramının hukuk devleti ilkeleriyle bezenmesine yönelik bir hedef, bir siyasal projedir. Söz konusu olan proje ve hedef, 1. Cumhuriyeti öldürmek ya da ölmesini istemek değil, tam tersine cumhuriyet kavramının demokratikleşmesi, evrensel hukuk devleti ilkeleriyle güçlendirilmesidir. Çoğunluk iradesi mutlaka sınırlandırılacak, ama bu sınırlama kurucu ilkelerle değil, evrensel standartlarla gerçekleşecek. 1923 kurucu ilkelerinin 2007 evrensel ilkeleriyle çelişmediğini, aynı olduğunu söylemek de pek kolay değildir. İkinci Cumhuriyetçiler bu standartlara ülkemizi yakınlaştırmaya yönelik her siyasal iktidara destek vermeye hazırdırlar.

Yalçın Bayer

Bunların rejimle sorunları var

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti tektir; öyle numaralı da değildir. 1950’lerden başlayarak Türkiye’nin nerelere götürülmekte olduğunu gördük. Bunların rejimle bir sorunları var; bu ülke ‘aydınlanmadan’ uzak dursun, halkı uyusun ve din unsuruna sarılınsın.... İkinci Cumhuriyetçilere bakarsak, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet bitmeli. Peki hangi ideolojiye sarılmış bunlar? ‘Sözde liberaller’. Türkiye ile meselesi olanların bir başka ayağı, dincilik ve etnikçilik yapanlar değil mi? Bunlar, 2. Cumhuriyetçilerin açtığı gedikten girmediler mi? Bu gruplar, Türklüğe ve Atatürk’e hakaret edebilme gücünü kendilerinde görebiliyorlar bugün... Bir şey gözden kaçmasın. Türkiye'nin en büyük sorunu yolsuzluk ve hırsızlıktır. Yolsuzluğu kim yapıyor? 60 yıldır kimler iktidarda? Cumhuriyetçiler mi? Yoksa 2. Cumhuriyetçilerin ağabeyleri mi?

Yasemin Çongar

Kemalizm toplumu kucaklamıyor

Seçilmemişlerin seçilmişleri yönetebildiği iki başlı bir yürütmenin devamını isteyen; gerçek anlamda kuvvetler ayrılığına ve laikliğe geçişi ‘tehlike’ sayan; kamusal alanı tekelinde tutmaya çalışan; farklılıklara tahammülsüz; kendisini ‘çağdaş’ sanan, oysa güncel toplumsal ve küresel dinamikleri kavramaktan bile aciz bir sivil/askeri bürokrasinin ve ona eklemlenmiş devletçi bir azınlığın değişime direnme ideolojisi Kemalizm. Bu nedenle de toplumu kucaklamıyor, nüfuzu eriyor. Ben yargının, ordunun siyasi rol üstlenmediği, demokratik, çoğulcu bir rejimden yanayım. AKP’ye koşulsuz desteğe gelince: Adı ‘2. Cumhuriyetçi’ diye anılan kişilerin ne dediğine dikkat eden herkes şunu görebilir: AB süreci; Hrant Dink’in katlini hazırlayan yapının deşifre edilmesi; devletin çetelerden temizlenmesi; 301’in kalkması gibi demokratik taleplerin en sıkı takipçileridir. Bu konularda tökezlediğinde AKP’yi en fazla eleştirenler de onlar.

Tempo 


Cemal Subaşı / İpek Özbey

SOL BİTTİ Mİ?

Aydınlar, sol siyasetçiler ve öğretim üyeleri, solun gerilemesi konusunda 12 Eylül darbesinden, demokrasi sorununa, soldaki şef hegemonyasından piyasa ekonomisine kadar sola zarar veren değişik nedenleri anlattı



SOL BİTTİ Mİ? - İpek Özbey
Darbeler solun zararına oldu
CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Türkiye’de CHP dışındaki sol öldü” açıklaması, sol üzerine yorumları hızlandırdı.  Akademisyenlere ve gazetecilere sola en çok nelerin zarar verdiğini sorduk. İşte 12 Eylül’den köy enstitülerinin kapatılmasına uzanan solun hasar raporu...

Sol sağcılaştı
Ufuk Uras -  BDP İstanbul Milletvekili 

Reenkarnasyon beklentisi içinde değilsek, otopsi yaptığımızda, solun sağcılaşması, düzen ve rejimle bütünleşmesi ve muhafazakârlaşması gerçeğiyle yüzleşmek gerekir. Sömürünün globalleştiği bir zeminde, solun geleceği şekillendireceğinden kuşkum yok. Yeter ki, biat kültürüyle, piyasa tapınmacılığıyla aramıza mesafe koyabilelim.

En büyük düşman Mccarthy
Altan Öymen- Radikal Yazarı

Ülkemizde sola zarar veren olaylardan biri, eski Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ve Doğu sınırımızla ilgili talepleridir. Bunlar, Türkiye’yi uzun yıllar, solu en büyük tehlike sayan yasaklar ülkesi haline getirdi. Solun düşmanı çok. En tipik olanı, 1950’lerin Amerikası’nın ünlü senatörü McCarthy’ydi. Türkiye’de de onun yolundan gidenler vardı. En fazla onlar düşmanlık ettiler.

Leninizme abandılar
Prof. Mehmet Altan- Star yazarı

Sol, entelektüel bir akım olarak kaldı. Soğuk Savaş’ta Türkiye Amerika’nın ileri karakolu gibi davrandı. Sovyetler’i ve sol ideolojiyi tümüyle düşman ilan etti. Solun doğal gelişme sürecini engelledi.
Sol, Marksist felsefe demektir. Marksizmle haşır neşir olmadan solculuk, Kuran’ı bilmeden dindar olmak gibi bir şeydir. Sovyet Devrimi’ne özenerek, “Ordu gibi bir ittifak bulur, iktidar yaratabilir miyiz?” kavgasına girdiler. Marksizmi kulak ardı ederek, Leninist modele abandılar.

12 Eylül zarar verdi
Prof. Nur Serter- CHP İstanbul Milletvekili

Türkiye’ye en büyük zararı 12 Eylül rejimi verdi. Solun tabanı zorla örgütlü mücadeleden vazgeçirildi.  Örgütlenmeye yönelik zorunluluk yeniden baş gösterdi. Tekel işçileri bunun en somut kanıtıdır. Sol parti dediğimiz zaman sosyaldemokrat parti olarak en güçlü CHP’dir. Sol görüşten saptığı doğru değildir. 

Köy Enstitüleri kapatıldı
Tomris Giritlioğlu- Yönetmen

Bana göre solun zarar gördüğü hareketlerin başında köy enstitülerinin kapatılması geliyor. Bunun Türkiye’yi geriye götürdüğünü düşünüyorum. İki darbenin üstüne küresel konjonktürün de yansımaları solu iyiden iyiye tüketti.

Örgüt şefleri zarar verdi
Oral Çalışlar- Radikal yazarı 

Sola en çok zarar verenler, örgüt içinde kişisel hegemonyalarını sürdürmek isteyen örgüt şefleriydi. Hâlâ ayakta kalmaya çalışan örgüt şefleri, küçük olsun, benim olsun mantığıyla bölünme eğilimini koruyorlar. Önceleri Mihri Belli’ye kızardım. Bir sosyalist parti kurup hepimizi tek çatı altında birleştirmedi diye. Sonra haklı olduğunu, birleşmemizin mümkün olmadığını anladım. Sola en çok yine sol içinde işlenen cinayetler zarar verdi. Darbecileri müttefik sandılar.

Evren, Baykal, Tanla, Çapan
Prof. Fuat Keyman- Koç Üniversitesi

12 Eylül Darbesi, sola çok zarar verdi. Hâlâ devam ediyor. 28  Şubat’ta, aydın kesim demokrasiyle rejimi koruma arasında yalpalama süreci yaşadı. 11 Eylül’de bu kesim, rejimi korumayı öncül aldı. Kendisini devletin bekası ve laik rejim temelinde konumlandırdı. Demokrasiyi göz ardı etti. Sola en büyük zararı 12 Eylül’le birlikte Kenan Evrenverdi. Deniz Baykal, her dönem partide olan Bülent Tanla ve sol-para ilişkileri yüzünden Gürbüz Çapan da zarar verenler listesinde.

Türkiye’de hiç olmadı
Çetin Altan- Milliyet yazarı

Sol, Türkiye’de hiç olmadı. Sol, değişim demek. Ekonomik dengesizlikleri araştırmak, aşmak için formül üretmek demek. Türkiye’de ne hukuk, ne devlet kavramı var. 17 milyon yoksul! Bu iş şeffaflaşmadan olmaz. Halka inmek diyorlar. Halk dediğin günü kurtarmaya çalışıyor. Yoksul adam laik olur mu? Adam bize bakıp, cehenneme gideceğimizi düşünüyor. Yaşayamadıklarını öbür dünyada yaşamanın, hurilerle şarap içmenin hayalinde.

Aydınlar piyasaya eklemlendi
Ertuğrul Kürkçü- gazeteci

1960’lar sonrasında sola karşı iki stratejik hamle oldu: CHP ile AP’nin TİP’i parlamento dışına sürmesi veGenelkurmay ile MHP’nin sosyalistlere ve devrimci gençlik hareketine karşı başlattığı ‘kontrgerilla’ operasyonu... Kalanları da 12 Eylül yerle bir etti.
12 Mart devrimci hareketi imha etti.  En büyük zararı veren, Özal döneminde Türkiye entelijansiyasının piyasayla eklemlenmesi oldu. 12 Eylül sonrasında ‘aydınlar’ın genişçe bir bölümü özel üniversiteler, reklam, medya üzerinden piyasayla eklemlendi.

Aydınlar, sol siyasetçiler ve öğretim üyeleri, solun gerilemesi konusunda 12 Eylül darbesinden, demokrasi sorununa, soldaki şef hegemonyasından piyasa ekonomisine kadar sola zarar veren değişik nedenleri anlattı



SOL BİTTİ Mİ? - İpek Özbey
Darbeler solun zararına oldu
CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Türkiye’de CHP dışındaki sol öldü” açıklaması, sol üzerine yorumları hızlandırdı.  Akademisyenlere ve gazetecilere sola en çok nelerin zarar verdiğini sorduk. İşte 12 Eylül’den köy enstitülerinin kapatılmasına uzanan solun hasar raporu...

Sol sağcılaştı
Ufuk Uras -  BDP İstanbul Milletvekili 

Reenkarnasyon beklentisi içinde değilsek, otopsi yaptığımızda, solun sağcılaşması, düzen ve rejimle bütünleşmesi ve muhafazakârlaşması gerçeğiyle yüzleşmek gerekir. Sömürünün globalleştiği bir zeminde, solun geleceği şekillendireceğinden kuşkum yok. Yeter ki, biat kültürüyle, piyasa tapınmacılığıyla aramıza mesafe koyabilelim.

En büyük düşman Mccarthy
Altan Öymen- Radikal Yazarı

Ülkemizde sola zarar veren olaylardan biri, eski Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ve Doğu sınırımızla ilgili talepleridir. Bunlar, Türkiye’yi uzun yıllar, solu en büyük tehlike sayan yasaklar ülkesi haline getirdi. Solun düşmanı çok. En tipik olanı, 1950’lerin Amerikası’nın ünlü senatörü McCarthy’ydi. Türkiye’de de onun yolundan gidenler vardı. En fazla onlar düşmanlık ettiler.

Leninizme abandılar
Prof. Mehmet Altan- Star yazarı

Sol, entelektüel bir akım olarak kaldı. Soğuk Savaş’ta Türkiye Amerika’nın ileri karakolu gibi davrandı. Sovyetler’i ve sol ideolojiyi tümüyle düşman ilan etti. Solun doğal gelişme sürecini engelledi.
Sol, Marksist felsefe demektir. Marksizmle haşır neşir olmadan solculuk, Kuran’ı bilmeden dindar olmak gibi bir şeydir. Sovyet Devrimi’ne özenerek, “Ordu gibi bir ittifak bulur, iktidar yaratabilir miyiz?” kavgasına girdiler. Marksizmi kulak ardı ederek, Leninist modele abandılar.

12 Eylül zarar verdi
Prof. Nur Serter- CHP İstanbul Milletvekili

Türkiye’ye en büyük zararı 12 Eylül rejimi verdi. Solun tabanı zorla örgütlü mücadeleden vazgeçirildi.  Örgütlenmeye yönelik zorunluluk yeniden baş gösterdi. Tekel işçileri bunun en somut kanıtıdır. Sol parti dediğimiz zaman sosyaldemokrat parti olarak en güçlü CHP’dir. Sol görüşten saptığı doğru değildir. 

Köy Enstitüleri kapatıldı
Tomris Giritlioğlu- Yönetmen

Bana göre solun zarar gördüğü hareketlerin başında köy enstitülerinin kapatılması geliyor. Bunun Türkiye’yi geriye götürdüğünü düşünüyorum. İki darbenin üstüne küresel konjonktürün de yansımaları solu iyiden iyiye tüketti.

Örgüt şefleri zarar verdi
Oral Çalışlar- Radikal yazarı 

Sola en çok zarar verenler, örgüt içinde kişisel hegemonyalarını sürdürmek isteyen örgüt şefleriydi. Hâlâ ayakta kalmaya çalışan örgüt şefleri, küçük olsun, benim olsun mantığıyla bölünme eğilimini koruyorlar. Önceleri Mihri Belli’ye kızardım. Bir sosyalist parti kurup hepimizi tek çatı altında birleştirmedi diye. Sonra haklı olduğunu, birleşmemizin mümkün olmadığını anladım. Sola en çok yine sol içinde işlenen cinayetler zarar verdi. Darbecileri müttefik sandılar.

Evren, Baykal, Tanla, Çapan
Prof. Fuat Keyman- Koç Üniversitesi

12 Eylül Darbesi, sola çok zarar verdi. Hâlâ devam ediyor. 28  Şubat’ta, aydın kesim demokrasiyle rejimi koruma arasında yalpalama süreci yaşadı. 11 Eylül’de bu kesim, rejimi korumayı öncül aldı. Kendisini devletin bekası ve laik rejim temelinde konumlandırdı. Demokrasiyi göz ardı etti. Sola en büyük zararı 12 Eylül’le birlikte Kenan Evrenverdi. Deniz Baykal, her dönem partide olan Bülent Tanla ve sol-para ilişkileri yüzünden Gürbüz Çapan da zarar verenler listesinde.

Türkiye’de hiç olmadı
Çetin Altan- Milliyet yazarı

Sol, Türkiye’de hiç olmadı. Sol, değişim demek. Ekonomik dengesizlikleri araştırmak, aşmak için formül üretmek demek. Türkiye’de ne hukuk, ne devlet kavramı var. 17 milyon yoksul! Bu iş şeffaflaşmadan olmaz. Halka inmek diyorlar. Halk dediğin günü kurtarmaya çalışıyor. Yoksul adam laik olur mu? Adam bize bakıp, cehenneme gideceğimizi düşünüyor. Yaşayamadıklarını öbür dünyada yaşamanın, hurilerle şarap içmenin hayalinde.

Aydınlar piyasaya eklemlendi
Ertuğrul Kürkçü- gazeteci

1960’lar sonrasında sola karşı iki stratejik hamle oldu: CHP ile AP’nin TİP’i parlamento dışına sürmesi veGenelkurmay ile MHP’nin sosyalistlere ve devrimci gençlik hareketine karşı başlattığı ‘kontrgerilla’ operasyonu... Kalanları da 12 Eylül yerle bir etti.
12 Mart devrimci hareketi imha etti.  En büyük zararı veren, Özal döneminde Türkiye entelijansiyasının piyasayla eklemlenmesi oldu. 12 Eylül sonrasında ‘aydınlar’ın genişçe bir bölümü özel üniversiteler, reklam, medya üzerinden piyasayla eklemlendi.